Tarih bizi bir kere daha bir yol ayrımına getirdi. Savaşın en sert ve en keskin süreci bizim açımızdan başladı. Henüz “son savaşa girdik” diyeceğimiz noktaya gelmedik ama adımlarımız hızlandı. Ortadoğu’da ne olacaksa Kürtlerin geleceğinin yok edilemeyecek bir şekilde olacağı noktasına gelindi. Hiçbir güç bunu silemez artık. Şimdilik zafer kazanacaklarını, geleceğin istedikleri gibi şekilleneceğini hayal edenler; bu fırtına geçtikten sonra yenilmiş ordularının geride bıraktığı ölülerine, ülkelerinin kalmayacak olan bütünlüğüne ve besleyip Kürtlere saldırttıkları barbar katillerin nasıl kendilerini katlettiğine bakıp geri dönmek isteyecekler, ancak onları affetmeyi ne düşünen, ne de bu düşüncesini dile getirmeye cesaret eden birini bulamayacaklar. Her birey veya her toplum yaşattığını yaşamadan yeni bir hayat kuramaz.
Suriye’de yaşanan savaşın aşamalarını, hangi ülkenin hangi safta yer aldığını ve nelerin nasıl gerçekleşeceğine dair yorum yapan sayısız fikir aktarımı var. Bunların içinden hangisinin objektif olduğuna ve önümüzü aydınlatacağına dair bir seçim yapmak zor. Çünkü her yorumcu doğal olarak önce durduğu taraftan, sonra da elindeki bilgilerden yola çıkarak yorum yapıyor. Bir madde hakkında bir sonuç elde edebilmek için iki yöntem bulunur. Ya o andaki duruma bakıp olayların istediğimiz gibi sonuçlanmasını dileyen yöntem, ya da maddenin hem kendi iç dinamikleri, bu dinamiklerin kendi aralarındaki ilişkileri, dış dinamikler ve bu dış dinamiklerin hem kendi aralarındaki, hem de maddenin iç dinamikleriyle olan ilişkilerini değerlendirerek yorum yapacağımız yöntemi kullanarak yapılan yöntem. Kaçınılmaz bir şekilde kabul edilmesi gerekir ki, “gerçek” duygudan yoksundur. Bize mutlu olmayı vaad etmez, duygularımızı okşamaz. “Gerçek” ya kabul edilip ona uygun teori ve pratik oluşturulur, ya da “gerçeği” kendimize uydurmaya çalışıp bedeli ağır olan yeni bir gerçeklikle karşılaşırız.
Dünyanın her yerinde savaşlar oldu, olmaya devam edecek de. Bu savaşlardan haber veren gazeteciler de oldu. Bir i̇deolojik tarafta durup kendi kitlesinin istediği şekilde haber vermek; bu mesleği eksik yapmak, kitleyi eksik bilgilendirmek demektir. Bir dönem belki popülarite oluşturabilir ancak kitleler mutlaka görür. Gerçeklik önlerine düştükçe popülizm cazibesini yitirir, kendini tekrar eden ve kendi söylediğine kendisinin de inanmadığı bir noktaya geriler. İktidarların elinde yüzlerce basın çalışanı olmasına rağmen yine de izlenme ve güvenme oranı düşükse orada niteliğin yoksunluğunu görmek gerekir. Gerçeklik yola çıkmış gelirken, onun gelişini haber veren uyarılara kulak asmayanlar, bir süre sonra gerçekliğin çıplak yüzüyle karşılaşırlar. Karamsar veya sert olabilir ama gerçekliği içeriyorsa ve zamanla doğrulanıyorsa bir gazetecinin niteliği ortaya çıkar.
Savaşın an ben an gelişimini izlemekle birlikte nereye evrileceğini anlamak gerekiyor. Bunun için de başlangıcı, gelişimi ve geleceği olabildiğince gerçekçi bir şekilde ele almak gerekiyor. Bu savaş temel olarak 1980’li yıllarda başladı. ABD ve Ingiltere’nin başını çektiği yeni dünya egemenliği odak noktasını Ortadoğu’ya doğru belirledi. Siyasal islam adı verilen yönetimlerin birer birer yıkılma ve yeniden oluşturulma çalışması elbette sadece yönetim değişikliği değil, emperyalizmin yeni pazarlara açılmasının da politikasıydı. Bu süreçte egemenliğini kuran islami yönetimlerin tasfiyesine başlandı. Şii ve sünni yönetimlerin iktidar alanlarının ele geçirilmesi çalışması bu iktidarların zor yoluyla iktidardan indirilmesini gerektiriyordu. Körfez savaşı olarak adlandırılan ilk savaş yerini bir süre sonra Irak’ın fiili işgaline bıraktı.
Bölgenin ilk adım olarak nasıl şekillendirilmek istendiğinin açıkça ifadesiydi bu. Kürtler, Şiiler ve Sünniler olarak üçe ayrılan Irak yönetimi bir model ifade ediyordu. Bölgede artık küçülen devletler federal veya konfederal bir örgütlenmeye doğru yol almaya başladı. 2000’li yıllarda çağın gerisini temsil eden islami yönetimlere bir son verip, inanç merkezli olsa bile çağın gereklerine uygun bir yönetim şekli anlayışını temsil etmeleri gerçeğiyle yüzleşen bu devletlerin dirençleri ellerinden iktidarları alınarak kendilerine dayatıldı. 7 Ekim ise tarihsel olarak son işaret fişeğinin atılmasaydı diyebiliriz.
Türk devleti yeni süreçte kendisine verilen görevi kabul etmiş, karşılığında da Kürdistan işgalini genişleterek ‘hami’lik yapacağını ifade etmiştir. Ancak tarihsel olarak biliyoruz ki kendisine verilen görev olan Kürtlerin bir statüsünün tanımasını, eline geçireceği ilk fırsatta çiğneyecektir. Suriye artık üçlü bir yönetime dönüşecektir. Esad veya Esad’sız, Kürtler ve Türk devletinin iplerini elinde tuttuğu çete örgütlenmelerinin yönetimleri söz sahibi olacaktır. Şimdi sıra Irak’a geldi. Irak’ta İran’ın gücünün kırılması bu yeni düzen açısından gerekli bir yeni süreç olarak dayatılacaktır. Burada da İran’ın egemenliğinin kırıldığını göreceğiz.
Bizim açımızdan gelecek nasıl olacak, istedigimiz bir geleceğin olması için koşullar nedir ve ne yapmalıyız? Bu sorular cevaplanmadan yani teori oluşturulmadan atacağımız her pratik adım hüsranla sonuçlanacaktır. Gücümüz ortada ve bu güce uygun hareket etmek, çıkarlarımızın çakıştığı yerlerde işbirliği yapmak gerekiyor. Rojava’nın ayakta kalması ama bu olurken de statü sahibi olunması elzemdir. Kurdistan Özgürlük Hareketi uzun vadeli planlarıyla bu süreci başarıyla atlatacaktır. Yeni süreç bizim gücümüzün kabul edildiği bir süreçtir.
Belki orta vadede sömürgeci devletlerle bir şekilde kaçınılmaz olarak siyasal bir bağımız olacaktır. Fakat hiç unutulmasın bin yıldır özgürlüğünün kavgasını veren Kürtler kuracakları sosyal ve siyasal ilişkiler sonucu o yapay bağları koparıp atacaktır. Hep birlikte göreceğiz vatanımızın barbarların elinden kurtulduğunu ve bu adımı şimdi Rojava atmıştır. Şimdi bizi bekleyen; dünyanın her yerinden Kürtlerin Rojava’ya gideceği ve ‘hevalleriyle’ birlikte el ele tutuşup, özgür bir nefes alacağı zamanın hazırlığıdır.