Kardeşlik iki anlamda kullanılıyor: İlki, insanlığın tek bir toplum etrafında akla ve bilime dayalı idealidir; ikincisi, kabilelerde yaşanıyor, şefler, abiler, ablalar var, kurulan ilişki de asabiyet üzerinedir: Biri bir kişiye iyi bir şey söylese, hepsine iyi bir şey söylemiş oluyor, biri kötü bir şey söylerse, yine hepsine söylemiş oluyor. Böylece aileler arasında organik yakınlık dikkat çekiyor, aile ya da kabile güçlendiriliyor. Irkçılık değildir bu ama sırasında ırkçılığı da geride bırakıyor.
Aynı din, dil, kültür, gelenek ve görenek içinde bile olsa taraflar birbirine düşman olabiliyor. Bu hal cahiliye devri Arap toplulukları için geçerlidir. Kimi şairlerin şiirleri bize ipuçları veriyor; şair Asla b. Abdullah’ın bir şiiri vardır: “Kardeşim bir topluluğa karşı haksızlık yapınca ben ona yardım etmeyeceksem haksızlığa uğrayınca da yardım etmem.” Ya da “senin kardeşin seninle hareket eder, sen zalim olursan o da seninle birlikte zalim olur” gibi şiirler asabiyet anlayışının ifadeleridir. Kur’an buna itiraz ediyor. Ali İmran (103) suresinde asabilerin “bir ateş çukuruna düşmekten nasıl kurtardığı” hatırlatılıyor. Ancak, din savaşları diye bir hakikatte var, bu savaşlarda maalesef asabiyet, giderek nesep bağlarından öteye geçmiyor.
Kardeşlik, batı dünyasının gündemine, Fransız ihtilalından sonra güçlü bir slogan olarak giriyor: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik. Bu üçleme Anayasa’nın da şartlarından biri oluyor. Ancak zaman içinde özgürlük ve eşitlik daha çok benimseniyor, kardeşlik geride kalıyor. Bunun nedeni kardeşliğin dini duyguya sirayet etmesiydi. Ancak tartışma bitmiyor, kardeşliğin sosyal bir bağ olduğu yönünde fikirler gelişiyor; halkların sorunları vardır, dil, din, gelenek, görenek, tarih gibi. Egemen olan, kendi dilini, dinini, kültürünü dayatıyor: Bretönlar, şimdi Avrupa’nın folklorü bile değiller. Dilleri, gelenek ve görenekleri yok olmuştur. Sahte kardeşlik, bir bağ değil, ağdır.
Bu süreci Avrupa’da tahmin eden Lessing, Bilge Nathan’da (üç yüzük) kardeşliğe sıcak bakmıyor, bunun yerine “Arkadaşım ol” çağrısını yineliyor. Kardeşlik Hannah Arendt’e göre hep zulme uğrayan halklar ve köleleştirilmiş guruplar arasında gösterilmiştir ve bunun tipik bir örneği de Yahudilerdir. Egemen olan şunu söylemiş olsa gerek: Benim Yahudi arkadaşım var.
Fransız İhtilali’nden sonra ulus devlet ağırlık kazanmıştır ve 1850’den günümüze kadar ulus kavramı demografik bir mühendislik üzerinden gelişmiştir. Osmanlı, İhtilali’n sloganlarını benimsemiştir ama sloganlar ulus mühendisliğinden geri kalmamıştır: İttihat ve Terakki- ki bugün sağa ve sola hükmeden tek partidir, bu sloganları atmıştır ama soykırım yapmaktan çekinmemiştir. Osmanlının 1906 yılında yaptığı nüfus sayımında Ermenilerin nüfusu 2 milyon, Yunanlarının nüfusu 2 milyon civarındadır. Ancak bu nüfusun bugün bir karşılığı yoktur.
Mustafa Kemal, 1921’de “birlikte ifade edilmek” diyor ama 1924 Anayasa’sıyla Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğu kabul ediliyor. Vatandaşlık tanımı, Türklük üzerinden yapılıyor; devlette, Türk kimliği üzerinden inşa ediliyor. Elbette, mevcut sınırlar içersinde nüfusu Türklerden eksik olmayan Kürtlerin buna adapte olması mümkün olmuyor. Sadece 1924- 1946 yılları arasında yapılan ve çoğu katliamla son bulan operasyonların Kürtlerin yoğun olduğu bölgede olması, dayatmanın pek karşılık bulmadığı anlamındadır.
Nihayetinde modernleşmeyle birlikte Kürtlerde çocuklarını okula göndermiş ve bu çocuklar dayatılan aidiyetleri (din, aşiret vs) bir yana bırakıp kendi dil, tarih ve kimliklerinin peşine düşmüşlerdir. Siyasallaşma da Türkiye’de çok zor gelişmiştir; tek parti rejimi, ancak bu tek partinin birer şubesi olarak başka partilerin kurulmasına izin vermiştir. Kürt sorunu ise hep hasıraltı edilmiştir: 70’li yıllarda Kürtler yekten yer altına çekilmiş, kendi partilerini kurmaya başlamışlardır. Bu partilerin çoğu 80 darbesiyle yok edilmişlerdir. PKK iki yolla, yurt dışına çıkarak ve cezaevinde direnerek varlığını sürdürmüştür. PKK, başlangıçta Türkiye’deki pek çok halktan kimseyi kapsamıştır, örneğin iki kurucusu Türk’tür; 86’da kurulan, ev sahipliğini PKK’nin yaptığı Faşizme Karşı Birleşik Cephe içersinde pek çok farklı fikir vardır. Bu siyasi tarihi derinden etkilemiştir. 90’lı yıllarda kurulan Kürt partileri ise nerdeyse bütün ötekilerin partileri olmuşlardır.
Şiraze Öcalan’dır
“Nehirler durgun denizlerin şirazeleridir” (Ahmede Xani).
Deniz Gezmiş’in asılması, Mahir Çayan’nın vurulmasıyla Öcalan tarih sahnesine çıkar, yapılan bir yürüyüşte tutuklanıp hapse atılır. Öcalan dışarı çıktığında kalacak ev arar, Emek Mahallesi’nde oturan Kemal Pir ve Haki Karer’le tanışır, ikisine Kürdistan Sömürgedir tezini anlatır. Bunun yanında Öcalan, Nasuh Mitap ve Doğan Fırtına’yla arkadaştır. Pir, bir dernek toplantısında Öcalan’ın geliştirdiği sömürge tezini tartışmaya açar. Mitap bu teze itiraz eder, arkasında oturan Öcalan’a dönerek, “Sen niye konuşmuyorsun, onu konuşturuyorsun” der. Öcalan, “her arkadaşımız, bizim fikirlerimizi konuşabilir” yanıtını verir.
Öcalan’nın bu tarihte birlikte yürümekten söz eder. Solun isteği bizimle yürüdür. Öcalan’ın kurmak istediği yapı içersinde biz yoktur, birlikte vardır. Öcalan şu kanaate varır: “Kürdistan devrimi, aynı zamanda Türkiye devrimidir.”
Başlarken, ille de ayrı örgütleneceğiz diye bir düşünce yoktur ama “Kürdistan’ı ve onun devrimci potansiyelini yok sayan yaklaşımları da” Öcalan kabul etmez. Bu yüzden ayrım kesin çizgilerle belirginleşir. Bir dernekte bir araya gelirler, sürekli tartışırlar; bir ara dernek basılır. Pir bir dizi polis arasından sıyrılarak uzaklaşır. Öcalan, çıkan arbede sırasında sürekli arkadaşlarını korur, polisin onlara müdahale etmemesi için öne atılır, gözaltına alınır, bir hafta Mamak’ta tutulduktan sonra serbest bırakılır. Polis bir ad bulamaz, Apocu demeye başlarlar: Haki Karer, Kemal Pir, Baki Karer, Fehmi Yılmaz, Ali Haydar Kaytan, İbrahim Aydın, Cemil Bayık, Duran Kalkan, Hayri Durmuş, Mazlum Doğan ve Mustafa Karasu ilk Apocular olarak kayda geçerler.
Bu arada başka bir isimde dikkat çeker: Doğan Fırtına. Fırtına, 74 affıyla hapisten çıkmıştır. Fırtına, bir eylemde başından darbe alır. Bunu gören Öcalan koşar. Fırtına’yı alıp uzaklaşır. Bir eczaneye giderler. Bir başka eylemde Fırtına’nın başına biri demir bir çubukla vurmak ister. Sonrasını Fırtına anlatıyor: “Bunu fark eden Abdullah atıldı ve demiri vuran adımın elini tuttu.”
Bunlar günün birinde film olsa, dokunaklı sahnelerdir. Demir, adamın elinden yere düşer ve bu elin, yönü bitmeyecek bir arkadaşılığa döner.
Kemal Pir Irak Bayrağı’nı yakıyor
Kemal Pir, Kürt kimliğini sahiplenen biri olarak dikkat çekiyor. İlk görev yeri Kızılbaş Kürtlerin yoğun yaşadığı Tuzluçayır’dır, burada kahve kahve gezer; Tuzluçayır Güzelleştirme Derneği’nde hoş sohbet kimselerle zaman geçirir, taraftar toplar. Farklı gruplarla tartışır. Günün birinde şirket ve bu isimle birlikte şef ismini duyar. Şirket’in “takıldığı kahveye” gider. Elini uzatır, merhaba der. Şirket Rıza Altun’dur. Altun, Pir’in elinin sıcaklığını duyar ve bir daha bu eli bırakmaz. Altun, kendisi ile yapılan söyleşilerin birinde hem bu elden hem de Pir’in sesinden etkilendiğini ve bu eli bir daha bırakmak istemediğini söyler. Peşi sıra Pir’le birlikte Öcalan’ın kaldığı bodrum katı eve gider. Öcalan yoktur. İkisinin karnı açtır, ekmeğe salça sürüp yerler.
Kemal Pir’in Tuzluçayır’a gelmesiyle Altun ailesine yeni bir oğul gelmiş gibidir. Ailenin evi gençlerin meskeni olur. Öcalan’dan Kemal Pir’e, Hayri Durmuş’tan Mazlum Doğan’a, Cemil Bayık’tan Duran Kalkan’a kadar pek çok kişi bu evin misafiridir. Hatice Altun yemek yapar, çay verir.
Grup, Tuzluçayır’da Altun ve Kemal Pir’le daha ataklaşır. Burada adam adama markaj dönemi bir bakıma sona erer; ikişerli, üçerli toplantılar yapılır, bazen kahvelerin kapısı içeriden kapanarak, yanan sobanın başında saatlerce tartışılır. Cemil Bayık’ın belirttiği gibi başlangıç açısından oldukça önemli bir yerdir burası. Önemi de Kemal Pir’lerin Mamak, Abidin Paşa ve Tuzluçayır’da çalışması ve buradan faşistlere karşı verdiği mücadeledir. Bunlardan birini Mustafa Aksakal anlatır: “Kemal dedim, biz içeri girmezsek kim içeri girecek. Dedi haydi. Kavga ede ede içeri girdik.”
Bu arada 11 Mart 1974’te Irak yönetimi, tek taraflı bir otonomi kanunu ilan etmiştir. Nisan ayında Irak kuvvetleri 15 şehir ve 211 köyü bombalamıştır. Nihayet 6 Mart 1975’te İran Şahı Rıza Pehlevi, Irak Devrim Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı Saddam Hüseyin el-Tıkriti OPEC Toplantısı için gittikleri Cezayir’de bir araya gelirler. Yapılan anlaşmaya göre İran ve Irak, sınırlarını karşılıklı olarak “zararlı unsurlara” karşı kapatacaklardı.
Cezayir anlaşmasından sonra Türkiye’de sıkıyönetim kararları alınır ama bu uzun sürmez. Kürt milletvekilleri mecliste “ağzı var dili yok”u oynar. Kürt gençleri üniversitelerde çeşitli eylemlerle Cezayir Anlaşması’yla Kürtlere yapılan baskıları protesto ederler. Protestoların en büyüğü Ankara’da yapılır. Duyuyur ki Irak Büyükelçisi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gelecek. Gençler toplanır, sloganlar atar: Bimre Koleti, Biji Azadi. Öcalan, arkadaşlarıyla kalabalığın gerisindedir. Onların sloganı şudur: Kahrolsun Sömürgecilik. Kahrolsun Faşizm. Kitle tam dağılmak üzereyken Kemal Pir aradan sıyrılır, elindeki Irak Bayrağı’nı ateşe verir. Pir’e göre, bu bayrak bugün değil, bir yıl önce, 13 Mayıs 1974’te, Leyla Kasım asılınca yakılmalıydı.
Öcalan’ın yarısı Haki Karer
Dikmen’de bir toplantı yaparlar. Öcalan, Kemal Pir, Haki Karer ve Cemil Bayık’la konuşur. Soru şu: Gençlik içersinden kadro çıkartmak mümkün mü?
Karer, Adana’ya, Bayık ve Kemal Pir Antep’e giderler; Mazlum Doğan, Karakoçan ve Bingöl’e, Ali Haydar Dersim’e; Duran Kalkan, Urfa ve Ceylanpınar’a, Mustafa Karasu, Levent isimli biriyle Nizip’e gider.
Haki Karer, Nisan’da Adana’ya geliyor. Burada pamuk işçileri arasına karışıyor. Karer bir yanda örgütlenme yapıyor, diğer yandan kazandığı parayı Ankara’ya yolluyor. Kazandığı para az ya da çok. Cemil Bayık, meblağın önemli olmadığını söylüyor: “Onun ki bir felsefe.”
Pir ve Bayık ise bir süre sonra Antep’e doğru yola çıkıyorlar. Bunu Antep, Urfa, Diyarbakır, Batman, Dersim ve Kars izliyor.
Pir ve Bayık, Antep’i bilmiyorlar. Tanıdık kimseler arıyorlar ama ilk başta ilişki kurmak zor. Kime Kürt meselesinden söz etseler, gülüp geçerler; o günler için Bayık, “mumla adam arıyorduk” der. Maddi sorunları var. Bazen arazide yatarlar. Bu yüzden ilk işleri hal pazarını sormaktır. Geçinmek için hamallık yaparlar.
Karasu, Nizip’e gelir. Öcalan’ın akrabalarının yanında kalır. Mustafa Keser’le işçilerin arasına karışır.
Öcalan’da bir süre sonra sahaya iner. İlk durağı Antep’tir, Nizip’le birlikte bu yıllarda faal illerden biridir Antep. Kemal Pir, Bayık ve Karer burada geniş bir zemin oluşturmuşlardır ve bu zemin fabrikalardan, derneklere, okullardan yurtlara kadar uzanır. Nizip, zeytin ve sabun işçileri arasında gurup 76’dan beri örgütlenmiştir; 77’de bu örgütlenme daha geniş bir kitleye yayılmıştır.
Antep’e sonra Rıza Altun, Kemal Pir ve Karasu’da gelir. Çığsorık, Yukarıbayır gibi mahallelerde etkinler. Bayık, parti tarihinde fabrikalarda işçiler arasında, okulda öğrenciler arasında çalıştıklarını anlatır.
Yapılan toplantıya Antep dışında Urfa, Maraş’tan kadrolar da katılır. Toplantı akşam sekizden, bir sonraki gün sabah saat beşe kadar devam eder. Toplantıya Haki Karer, Cemil Bayık, Kemal Pir katılır. Bir teyip vardır, Öcalan, yirmibeş kiloluk bir zeytinyağı tenekesinin üstüne oturarak konuşur.
Antep’te arkadaşlarından ayrılan Öcalan, bir günlüğüne köye gider; ailesini görür ve 15 Mayıs’ta tekrar Ankara’ya döner. Ankara’daki arkadaşlarına gezide olup bitenleri anlatır. Yapılacak işleri özetler. Bölgeden büyük bir moralle dönmüştür. Ancak sevinç uzun sürmez, bir telgraf alır: Haki vuruldu!
Öcalan’ın benim yarım dediği adamın vurulma haberidir bu.
Haki Karer’in vurulmasıyla bağımsız hareket eden ‘Kürdistan Devrimcileri’, parti ve dernek adı altında birleşen kimselere karşı tavır alır ve bunun yanında örgütlenmeye karar verirler; parti kurmaya doğru bir süreç başlar. Haki’nin vurulmasından sonra Öcalan bizzat Antep’e gelip programı yazmaya başlayacaktır zaten.
Haki’nin vurulduğu gün, bütün arkadaşları hastanenin önündedir; kimi ağlar, göz yaşlarına boğulur, kimi onu kim vurdu, bu gece indirelim der. Öcalan, devreye girer ve şunu sorar: “Haki’ye bağlılığınız bu mu?” Öcalan için Haki’ye bağlı olmak, ağlamak değildir. Haki, Che Guevera gibidir; o, “mağdurlara başarı dilekleri” sunmaktansa, “mağdurlarla birlikte yürümeyi” tercih etmiştir. Ona ağlanmaz ve onun “şehadetine” Öcalan’ın deyimiyle “kapsamlı bir yanıt vermek” gerekir.
Bu tarihte, Antep’te otopsi yapılmadığından cenazenin Ankara’ya götürülmesi, Adalet Sarayı’nda fişinin çıkartılması gereklidir. Grup razı olmaz, Kemal Pir, polisle çatışarak cenazenin alınmasını ister. Öcalan, “çatışma çıkmasın” talimatı verir. Ki zaten, Haki’yi vuranların amacı budur, büyük bir çatışma çıksın ve gurup üyeleri ya dağılsın ya hapse girsin. Cenaze Ankara’ya getirir ve burada “fiş” çıkartıldıktan sonra Ordu’ya doğru yola çıkılır.
Ankara- Ordu arasında Kemal Pir kaza geçirir ama yine cenazeye eşlik etmeyi ihmal etmez. Başı, sarılı bir vaziyette yola devam eder. Ordu’ya vardıklarında Haki’nin eski arkadaşları, ailesi toplanmışlardır. Büyük bir kalabalık vardır. Duran Kalkan, Kemal Pir’in mezarlıkta bir konuşma yaptığını söyler. Pir, Haki’nin mezarı başında durur, “bu adam” der, “bu adam” sonrasını getiremez, ağlar.
Haki’nin mezarında ise şu yazılıdır: “Hiçbir şey bağımsızlık ve özgürlükten daha değerli değildir.”
Haki’nin defin edildiği günün gecesinde Antep’in Kürt mahallerinde yazılama yapılır ve duvarlara şu yazılır: “Kahrolsun sömürgecilik” (imza, Haki Karer).
12 Eylül
Urfa’da en büyük hareketlilik Haki’nin ölüm yıldönümüyle başlar. Halil Çavgun afişler için Urfa’ya gelir. Abdurrahman Çadırcı afişleri alıp, dağıtacaktır: Topçu Meydanı’ndan Yıldız Meydanı’na kadar her taraf afiş yapılacaktır.
Çavgun’un Hilvan’da hatırı sayılır. Bir halk adamıdır ve herkes bu yönüyle ona Çavuş lakabını takmıştır. Haki’nin ölüm yıldönümü için yapılan afişleri asıyor. Bir polis Çavgun’a ateş açıyor. Çavgun ölüyor.
Çavgun’un cenazesine kimse yaklaşamıyor. Çavgun’un abisi Mahmut ve bir arkadaşı dışında kimse yok. Cesedi alıp götürecek araç bile yok. Bir at arabası olsa diyorlar; bir at arabası bile yok. Çavgun, 19 Mayıs’ta toprağa veriliyor ama kimse yok; yirmi kişi, ki bunlar aile çevresi.
Kemal Pir, Cemil Bayık Hilvan’a geliyorlar. Kemal Pir, burada kimi konuşmalar yapıyor ama kimse anlamıyor; dokunaklıdır, Türkçe bilinler, Kürtçe’ye çeviriyor.
Çavgun’un vurulmasıyla Bayık Suruç’ta bir kaçakçıdan kalanşikof marka bir tüfek alıyor. Silah alınır ama bu silahı kullanmasını bilen kimse yoktur. Bir de silahın bütün parasını veremezler. Kaçakçı onlara bir mühlet verir. Bayık, kalan parayı “çalışarak ödedik” der. Bu yüzden silah her zaman el üstünde tutulur. Günün birinde, biri, bir kış günü üzerindeki kazağı çıkarıp silaha sarar. Ne yapıyorsun, hasta olacaksın diyenlere şu yanıtı veriyor: “Bu bizim tek silahımızdır. Kemal Pir de uzun uzun silaha bakıyor ama anlamıyor. Bir keresinde Pir, silahı söküyor. Bütün parçaları bir daha bir araya getiremiyor.
Hazırlıklar yapılıyor ve Pir tekrar Suruç’a gidip kaçakçılardan bir kaç silah alıp Hilvan’a dönüyor. Pir ve Karasungur ilk başta zorlanıyorlar. Kendilerini belli etmiyorlar. Bu yüzden, günlerce arazide uyuyorlar, ekmek bulamıyorlar, ot yiyip besleniyorlar.
Derken 12 Eylül geliyor. 12 Eylül’le birlikte gözler cezaevlerine çevriliyor. Cezaevlerinde yapılan işkenceleri anlatmaya diller varmıyor. Kemal Pir, çıktığı bir duruşmada Gestapo’nun yaptığı ağır işkencelerinden söz ediyor. Açlık grevleri başlıyor. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz, Ali Çiçek ve Kemal Pir, 14 Temmuz’da açlık grevine başlıyorlar. Kemal Pir, grevin 55’inci günününde ölüyor.
Türk akilleriyle Kürt-Türk ilişkileri
Öcalan, 90’lı yıllardan itibaren Kürt- Türk ilişkilerini gündeme getirdi. Yalçın Küçük, Doğu Perinçek, Mihri Belli gibi siyasilerle görüşmeler yaptı, ateşkesler ilan etti. Bunların hepsi de kendi zamanları içinde dikkat çekiciydi. Mihri Belli’yle yapılan görüşme ise diğerlerinden farkılıydı. Görüşmenin bir adı vardı: Büyük dönüşüm.
Söz konusu görüşme 1997 yılında yapıldı, sonra kitap olarak yayımlandı. Konu: Kürt- Türk ilişkileriydi. Öcalan için bu ilişki “kördüğüme” dönmüştü ve bu ilişki aslında Ortadoğu’nun temel ilişkisiydi. “Eğer” diyordu Öcalan, “Eğer Kürtlerle ilişkilerini doğru temelde gözden geçirmezlerse ve bu kör şoven, şiddete dayalı politikada ısrar ederlerse belki de tasfiye olacak olan Kürtler değil, Anadolu Türkleridir.”
Bugün bu sözün eşiğindeyiz. Son bir ay içersinde yüzün üzerinde harita gazete TV ve sosyal medya üzerinden paylaşıldı.
Belli, bu sözlere katılıyor: “Bu gerçeği ne denli vurgulasak azdır. Kürt sorununun hakça çözümü Türkiye’nin demokrasi hedefine ulaşması demektir. Türkiye ya o hedefe ulaşacak, yani özgürlük temeli üzerinde gönüllü birlik halinde uygar bir toplum olarak yaşamasını öğreneceğiz, ya da kötü sonlara sürükleneceğiz. Önümüzde ikilem bu…”
Belli, ilginç bir not düşer: “Kürtler Mustafa Kemal’in mücadele davetine, biz varız diye cevap veriyorlar. Kürtlerden ve Ruslardan olumlu cevap aldıktan sonra Mustafa Kemal’in kolordu komutanlarına ve İstanbul’daki arkadaşlarına bir mektubu var çok önemlidir. Özetle “Kürtler bizimle birlikte savaşmaya hazır. Devrim Rusya’sı da arkamızda, destekleyecek. Gelin direnelim, ya istiklal, ya ölüm.”
Belli, kendi siyasi tarihinden örnekler veriyor: Şefik Hüsnü’yle Mahabad’a gitmeye karar verdiklerini anlatıyor. Belli, burayı, dünyaya açılan kapı olarak gördüklerini söylüyor ama bir türlü gidemiyor. Amaç şu: Buradan Azerbaycan’a ve Rusya’ya açılmak. Bu olmuyor, Yunan iç savaşına gidiyor.
Öcalan bir ara Belli’ye dönüp şöyle bir şey söylüyor: “15 Ağustos Atılımı’nı duyduğunuzda, sanırım bu umudunuz daha da güçlendi.”
Belli’nin yanıtı şudur: “Ben, şeytanın bacağı kırıldı, bir ay sürse dahi, devrimciler için bu tarihi bir olaydır dedim.”
Öcalan ısrar ediyor, “Dediniz değil mi?” Belli, devam ediyor: “Dönüm noktasıdır dedim. Türkiye tarihinde dönüşümlere yol açıyor. Evet, ben bir Türkiye devrimcisi olarak onun için Kürt direnişine karşı olumlu tutum içindeyim.”
Söz gelip eşitliğe dayanıyor. Öcalan, “Kürt,Türk ilişkilerinde eşitlik mümkün mü” diye atılınca Belli, “Yani bütün ulusal demokratik güçlerin, örgütlü olarak siyaset alanında yerini almaları ve kendi sınıf açılarından, kendi kimlikleriyle aktif olabilmeleri. Demokrasi budur” karşılığını veriyor.
Söyleşi boyunca güncel ve tarih iç içe geçiyor. Bugüne kadar ne yaptık sorusu ikisi arasında bir hayalet gibi dolaşıyor. Öcalan, şöyle bağlıyor: “Ben size bunu, bütün açıklığıyla söyleyelim, bizim eylemimiz Türkiye’yi demokrasinin eşiğine kadar getirmiştir. Yani PKK’yi illa Türkiye açısından değerlendirmek istiyorsak veya Kürt ulusal demokratik hareketini Türkiye’nin çok muhtaç olduğu demokrasi aşısıdır. Nasıl ki tarihin bütün kritik dönemlerinde Türk Kürtsüz edememişse, bu sefer de Türk -ama ağır basan yanı toplumsal muhalefet olan, devrimci olan ve halk olan Türk- Kürde bir kez daha muhtaç düşmüştür ve Kürt, bence büyük bir ulusal demokratik kalkışla, ona büyük müttefikliği, büyük ortaklığı özverilice yapmıştır. Bunu selamlamak gerekiyor. Ben buna büyük dönüşüm diyorum, halklarımızın eşit ve özgür temelde büyük buluşması diyorum, heyecan duyuyorum ve başarı şansını da artık çok yüksek görüyorum. Çünkü gün be gün bu birliktelik yeni temellerde, gerçek kimlikleriyle, sınıf ve ulusal talepleriyle hayat buluyor. Bundan başka çarenin olmadığını ordudan tutalım, bütün çevreler bunu böyle değerlendiriyor. Bize düşen bunun önünde engel olmak değil, hızla bunun çatı örgütlenmelerini, bazı taktik adımlarını döşemektir. Çok ağır bedeller ödenmiştir, boşa gitmemiştir, gerisi başarıyla taçlandırmaktır, bunu yapmaktır.”
Yol haritası
Öcalan, 93 yılından itibaren ateşkesler yaptı. İmralı’da da aynı dili kullandı, çözüm önerdi. Bu temelde, çözüm sürecinin mimarlarından oldu. Öcalan, 2009 yılında “Türkiye’de Demokratikleşme Sorunları, Kürdistan’da Çözüm Modelleri” başlıklı bir Yol Haritası çıkarttı. Bu yol haritasında dikkat çeken nokta hakikatin kavranmasıdır. Hakikat kavranılırsa çözüm kolaylaşacaktır. Hakikat Kürt sorunudur. Çözüm ise sivil anayasadır. Öcalan’a göre sivil bir anayasayla, “Bireysel ve toplumsal özgürlükler ve haklar üzerinde yükselecek bir anayasa, Cumhuriyet’in demokratik, sosyal, laik ve hukuki niteliğini gerçek anlamda işlerliğe ve güvenceye kavuşturacaktır. Bu anayasal çerçevede diğer toplumsal sorunlarda olduğu gibi Kürt sorunu da çözüm yoluna konulabilecektir. Katı ulus-devlet gömleğini esneten bir Cumhuriyet, Kürtlerin bireysel ve toplumsal haklarını kazanması sonucunda, bölünmek şurada kalsın, tarihte hep kurucu unsur olarak rol oynamış temel bir direğin daha da sağlamlaştırılmasıyla gerçek ve kalıcı bir demokratik bütünlüğe kavuşmuş olacaktır. Bu temelde yaşadığı ağır travmalardan ve sonu gelmez mal ve can kayıplarından, acı ve gözyaşlarından kurtulmuş olacaktır. Böylelikle ülke ve milletin güvenliği, kalkınması ve mutluluğu kalıcı kılınacaktır.”
Yazıya başlarken kardeşlikten söz ettim. Oradan bağlayabiliriz: Kürtler, Türkler ve bu topraklar üzerinde yaşayan diğer halklar insanlığın tek bir toplum etrafında akla ve bilime dayalı idealine bağlı bir kardeşlik ilkesine mi bağlı kalacak yoksa, kabilelerde olduğu gibi şefler, abiler, ablalar üzerinde kurulan asabiyet üzerinden mi?