İkinci Dünya Savaşının açığa çıkardığı yıkım sonrası oluşan yeni dengelerle birlikte kapitalist sistem içerisinde ABD hegemonik güç olarak öne çıktı. Sovyetler Birliğini ve genel açıdan komünizmi temel düşman olarak belirleyen ABD ve kapitalist güçler, soğuk savaş olarak nitelendirilen yaklaşık yarım asırlık süreçte birçok yöntemi devreye koyarak düşman belirlediği ideolojiyi ve reel sosyalist ülkeleri yok etmeyi hedefledi. Bu dönem çoğunlukla iki kutuplu dünya tanımlaması ile okunur.
Soğuk savaş döneminde Ortadoğu ekseninde daha çok İslam’ın kültürel değerlerini araçsallaştıran paramiliter örgütler ve devlet hükümetleri aracılığıyla komünizmin yayılmasının önüne bir set çekme yöntemi esas alındı. Yeşil kuşak projesi olarak literatüre geçen bu yöntem Afganistan başta olmak üzere Türkiye ve daha birçok ülkede çeşitli düzeylerde faaliyete geçirildi.
Sovyetler Birliğinin 1989-90 sürecinde dağılması ile birlikte ABD ve hamisi olduğu kapitalist sistem, ‘tarihin ve ideolojilerin sonunun geldiğini ve yaşanabilir tek dünya düzeni olarak kapitalizmin ebedi hakimiyetini kurduklarını’ ilan ettiler.
Seyreden süreçlerin akıbetiyle beraber gelinen aşamada Çin ve Rusya’nın ekonomi ve askeri güç seviyesinde öne çıkmasıyla birlikte dünya bu kez kapitalist sisteme içsel olarak bir hegemonya savaşı ile yüz yüze kaldı. Sisteme içkin olarak bu kez çok kutuplu dünya tanımlamaları yapılmakta. Dünyanın hemen hemen her alanında, enerji kaynakları üzerinde azami kâr elde etme rekabeti başta olmak üzere birçok başlıkta hegemonya rekabetine girişen devletler, dünya insanlığına savaş, işgal ve sömürü dışında hiçbir şey vaat etmemekte.
Birbirleriyle tutuştukları bu hegemonya savaşının Ortadoğu’ya dair izdüşümünde bir kez daha yeşil kuşak projesinin engelleyici ve düzenleyici bir güç olarak devreye koyulduğu gözlenmektedir. Afganistan’da cihatçı-selefi Taliban örgütünün sistem için “makul” bir çizgiye çekilmesi ve son olarak DAİŞ ve El Kaide artıklarından oluşan HTŞ’ye Suriye’de “demokrasi kravatı” giydirme çabaları bu politikanın en bariz örneklerinden. Arap Baharı olarak adlandırılan süreç sonrası birçok ülkede yeniden inşa edilen devlet yönetimlerini de aynı kapsamda değerlendirmek mümkün.
Deyim yerindeyse “Yeşil Kuşak” projesi kapsamı genişletilip, yeni rollere büründürülerek Ortadoğu’nun yeniden dizaynı için birkez daha öne çıkarılmaktadır. Fakat bu kez ek olarak çok kutuplu kapitalist sistem değerlendirmeleri paralelliğinde, Rusya ve İran hattında geliştirilen ve Kırmızı Kuşak olarak adlandırılabileceğimiz bir projeden de bahsetmek gerekir.(İran’ın Şii savaş bayrağı olarak kullandığı kırmızı bayrağa atfen.) Yeşil Kuşak projesine karşılık olarak, bu kez Şii mezhebinin kültürel değerlerini araçsallaştıran bu proje eli ile Rusya ve İran gibi devletler Ortadoğu’nun çeşitli yerlerinde ABD hegemonyasını dengelemek istemektedir. Kırmızı kuşak projesinin özellikle jeopolitik bir terim olarak öne çıkan Şii Hilali bölgesinde hegemonya savaşları kapsamında oluşturulduğu görülmektedir. Hizbullah, Haşdi Şabi ve Husiler gibi örgütler bu belirlemede bilindik örnekler olmakta.
Bütün bunların ve renklerle ifade bulan kuşak projelerinin elbette kültürel olarak İslam’ı ve mezheplerini en temiz duyguları ile yaşayan halklarla alakası yok. Aksine bu duygulara sahip halklarda yaratılan kaosta açlık, yoksulluk ve katliam gerçekliği ile yüz yüze bırakılmakta ve aynı zamanda inançlarının tarihsel muhtevası da tahrip edilmektedir.
Hegemonya savaşların da kullanılan tek yöntemin Yeşil ve Kırmızı kuşaklar olarak vurgulanan gerçeklikten ibaret olduğunu söylemiyoruz. Çağımızda savaşların karakteri çok değişti. Hibrit savaş taktiklerinden, finans kapitalin çok fonksiyonlu baskı kurma ve hedeflenen gücü alt etme yöntemlerine kadar daha birçok faktör bu savaşlarda kullanılmakta.
Fakat Ortadoğu’da, özellikle son dönemlerde enerji koridorları kurma planları dahiliyle hızlanan kaotik süreçler daha çok mezhepsel çelişkilerin örtü olarak kullanılması ile koordine edilmektedir. Ortadoğu bu açıdan deyim yerindeyse her güne bir katliam, suikast ve ölüm haberleri ile uyanıyor.
Ortadoğu hiç kuşkusuz zengin kültürel bir tarihi geçmişe sahip. Ortadoğu’nun kadim halkları, birinci dünya savaşı ile beraber emperyalizmin ihracı olan ulus devletçi politikalar ekseninde ciddi kırılmalar yaşadı. Binlerce yıllık ortak geçmişe sahip olan halkların, ulusların, inanç ve dinlerin arasına masa başlarında keskin sınırlar çizildi. Kendilerine “üzerinde güneş batmayan imparatorluklar” kuranlar, Ortadoğu üzerinde savaş ve kan gölgesini hakim kıldılar.
Gelinen aşamada dincilik, ulus devletçilik, milliyetçilik ve cinsiyetçiliğin bu bölgede yaşanan toplumsal problemleri kangrenleştirdiği ve giderek daha da derinleştirdiği her geçen gün birkez daha netleşmektedir. Ortadoğu’yu hala bu ideolojik motivasyonlarla dizayn etmek isteyen küresel kamplaşmalar, toplumsal kaosun her daim bu denli diri olmasıyla eşgüdümlü olarak iktidar ve sermaye biriktirme açısından fayda sağlamaya devam etmektedir.
Yeşil ve Kırmızı Kuşak Projeleri Arasında Kıskaca Alınmak İstenen Mazlum Halk; Aleviler
Suriye’de uluslararası bir konsensüs sonucu Esad diktatörlüğünün dağılmasıyla birlikte, neredeyse tüm dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği HTŞ, bir anda “devrimci” ilan edildi ve ele geçirdikleri iktidar meşru görülmeye başlandı. HTŞ ve geleneği olan diğer örgütler Esad’la tutuştukları savaşta, motivasyonlarını daha çok Şiilik ve devamında özgün bir başlık olarak Alevilik karşıtlığı üzerinden sağlamıştı. Kerbela katliamı ile açığa çıkan tarihsel travma ve cepheleşmenin Emevî Camiinde namaz kılma yarışı ile hala yürürlükte olduğunu gösteren ziyaretler ve gelişmeler yaşandı.
HTŞ ve koalisyonda olduğu örgütlerin Suriye’de yaşayan Arap Alevilerine yönelik suikast, tecavüz ve hırsızlık gibi yönelimlerde bulunduğu haberleri, “rejim değişikliği” adı altında yaşanan sarhoşluk ile geçen birkaç günden sonra kamuoyuna yansımaya başladı. Fakat hala dünya ölçeğinde yeterli bir duyarlılık oluştuğu söylemek mümkün değil. İktidara taşınan cihatçı-selefi örgütler Esad’ın Suriye’de işlediği suçların intikamını mazlum ve savunmasız kalan Alevilerden alıyor. Deyim yerindeyse hem Muaviye-Yezit iktidarı, hem de Kerbela güncellenmek isteniyor.
Suriye sürecinde gelişen Alevi nefreti Türkiye’de de yankı bulmakta, iktidara yakınlığı ile bilinen şahıslar ve trol orduları sanal medya platformlarında hakaret ve nefret saçmaktadır. Bu çevrelerin ürettiği yeni kavram ise “siyasal Alevilik” olarak karşımıza çıkmakta. Geniş bir çevrenin bir anda kullanmaya başladığı bu kavram, şüphesiz tek merkezden üretilip yayılmakta. Ebussuud fetvalarının modernize edilmiş hali olarak gündemleştirilen bu kavram etrafında Alevilere yönelik katliam tehditleri yapılmakta ve küfürler, tehditler ve aşağılayıcı sözler sarf edilmektedir.
19.yüzyıldan bu yana İslam ülkelerinde ki değişimleri, dinamikleri, siyasi şekillenmeleri ve modernizm karşısında ki koşullanmaları analiz etmek ve izaha kavuşturmak için evrensel düzeyde kullanılan “siyasal İslam” kavramlaşmasına karşılık böyle bir yönteme başvurulduğu dile getirilmektedir. Cümle içerisinde ki vurgulardan anlaşılacağı gibi siyasal İslam kavramı, İslam’a hakaret etmek için değil, tersine bir ideolojik konumlanmanın siyasal reflekslerini açıklamak için kullanılır. “Siyasal Alevilik-Alevicilik” tartışmasını ortaya atanlar ise içine düştükleri nefret ve fanatizm sonucu adeta bir rövanş alma hırsının histerik ruh hali ile karşı cepheden direkmen Aleviliğe ve Alevilere saldırmaktadır.
Alevi sürekleri ve diğer batıni inançlara yönelik Emevîler döneminden bu yana yayılan rafızilik, zındıklık ve sapkınlık gibi tanımlamaları hatmederek eğitilmiş olan kindarlık, Suriye savaşı etrafında açığa çıkan gelişmeler sonucunda çok açık bir şekilde Alevi düşmanlığı yapmaktadır.
İktidarın başta Suriye olmak üzere tüm Ortadoğu’yu Neo-Osmanlıcı ‘stratejik derinlik’ doğrultusunda ele alıp, dincilik ve milliyetçilik eksenli bir perspektifle süreçlere dahil olması, Alevi karşıtlığını yükselten bir toplumsal zemin oluşturmakta ve Suriye’de yaşanılanların Türkiye’nin de yakıcı bir gündemi haline dönüşme riskini yaratmaktadır. Söylem düzeyinde başlatılan saldırı furyasına karşı, bugüne kadar Alevileri katliamlarla tehdit eden tek bir kişinin gözaltına dahi alınmaması önümüzde ki sürecin risklerini ve tehditlerini hayati açıdan tartışmanın önemini ortaya koyuyor.
Öncelikle bilinçli olarak yaratılmak istenen bir algıyı düzeltmekte fayda var. Esad ve başkanı olduğu BAAS partisi, ulus devlet milliyetçiliğine dayalı oluşturulmuş bir ideolojinin temsilcileridirler. Özellikle Suriye’de iç savaşın başladığı günden bugüne kadar ciddi katliamlar yapmış, hatta bu katliamlarda kimyasal silahlar dahi kullanmış bir diktatördür Esad. Savaş öncesi uzun bir dönemde ise başta Kürt halkı olmak üzere birçok halka karşı Arap milliyetçiliği temelinde yönelttiği saldırılar ve asimilasyon politikaları da Esad’ın gerçek kimliğini ortaya koymakta. Dolayısıyla halklara karşı işlediği suçların sebebi kendi diktatör kişiliği, BAAS partisinin ideolojik gerçekliği ve siyasal konjonktürün açığa çıkardığı küresel-bölgesel ittifak cepheleşmelerinde konumlandığı yerde aranmalıdır. Yaşananları Alevilik ile açıklamaya çalışmak tarihsel bir kinin hortlatılmasından başka bir şey değildir.
Zira bir diktatörü “köken” vurgusuyla Alevi yapma çabası beyhudedir. Birey kökeniyle değil ikrarıyla Alevi olur. Yol ikrarına bağlı herhangi bir talip, bırakalım toplum üzerinde baskı ve egemenlik kuran bir diktatör olmayı, tekil bir insana veya başka bir canlıya karşı dahi tahakküm kurma arayışında olamaz. Tersi durum düşkünlüktür, yol dışılıktır.
Yine geçmeden vurgulamak gerekir ki Alevilik felsefik ve tarihsel konumlanışı itibariyle herhangi bir zalim iktidarın meşrulaştırıcı aparatı olabilecek bir inanç değildir. Toplumsal komünaliteyi esas alarak oluşmuş düşünsel ve kurumsal bütünselliği ile Alevilik, devletçi oluşumlardan çok daha başka bir düzlemdedir. Eğer Aleviliğin siyasallığı aranacaksa devletçi uygarlığın entrika, asimilasyon, yolsuzluk, iktidar savaşları, katliam ve sömürgeleştirme hattında işleyen tarihsel seyrinin tam olarak karşısında; yani demokratik uygarlığın özgürlük, eşitlik, barış ve demokrasi temelli inşa edilmiş ahlaki-politik toplumsal değer ve normlarında aranmalıdır. Neredeyse bütün kadim tarihi zalim diktatörlere ve Nehak düzene karşı mücadeleyle geçmiş olan Aleviliği bu şekilde Esad’la bağdaştırmaya çalışmak, tarihin hatırlatıcı ısrarının da gösterdiği gibi büyük katliamların hazırlıklarına gerekçeler yaratmaktan başka birşey değildir.
Alevileri asimile etme gayretinin belki de bilindik en somut cümlelerinden biri, İran ve Türkiye arasında geçen “ya siz Sünnileştirin, yada biz Şiileştirelim” yönünde ki sözlerdir. Bu ortaklaşmanın(bazen gerilimin) Ortadoğu sahasında ki güncel yansıması Alevilere yönelik bir dayatma olarak tekrar gün yüzüne çıkmaktadır. Alevilere bugün ‘ya Yeşil Kuşaktan yada Kırmızı Kuşaktan yana tarafını seç’ baskısı yapılmaktadır. Böylelikle demokratik toplumsal değerlerin taşıyıcısı olan Aleviler, üçüncü dünya savaşı koşullarında hegemonya kamplaşmalarına çekilmek istenmektedir.
Aleviliği küresel güçlerin emperyal hedefleriyle paralel bir hatta hareket eden Yeşil ve Kırmızı Kuşak projelerinden herhangi birine taraf yazmak, oluşan kaos ortamını fırsat bilerek Alevilerden tarihsel “intikamın” alınmasını hedeflemektedir. Açıkcası uzun vadeli bir planın devreye konulmuş olduğunu düşünmek için bolca veri var. Alevileri renklerle ifade edilen projelere dair tercihe zorlamak, ölümü gösterip sıtmaya razı bırakmak anlamında bir politikanın tezahürü olarak dışa vurmaktadır. “Ya Yeşil Kuşağın Ortadoğu’da önce Suriye sonra olası İran hattında gelişebilecek projelerine asimile olarak yedeklenirsin, ya da Suriye’de Arap Alevilerinin maruz kaldığı durum gibi Şii hattında(Kırmızı Kuşak) toptancı bir değerlendirmeye tutularak mahkum edilirsin.” Aleviler bu noktada kıskaca alınmak isteniyor. Bu kıskaç olası İran’a yönelik savaş sürecinin derinleşmesiyle birlikte daha fazla sıkılarak Yeşil ve Kırmızı kuşak arasında tercihte bulunmayı başka seçenek bırakmamak üzere dayatabilir ve Yavuz-Şahismail dönemine benzer bir şekilde keskin cepheleşme dinamiğini Alevilere karşı diriltebilir.
Sonuç Yerine;
Alevilik tüm yönelimlere karşı hiçbir dinsel dayatmaya ve hiçbir küresel ve bölgesel devlet politikasına entegre olmadan, kültürel direniş geleneğini diri tutarak kendi hakikat yolunda ilerleyip bugüne kadar var olmayı bildi. Bundan sonrada Alevilerin; Alevi olmanın gereksinimi olarak tüm Ortadoğu ekseninde Yeşil ve Kırmızı kuşak projeleri kapsamında ki kıskaçtan sıyrılmayı ve Suriye özgünlüğünde “ne Esad diktatörlüğü, ne de HTŞ şeriatçılığı” diyerek, üçüncü ve Alevice bir seçenekten yana, yani yaşadığı her alanı insanın insanla ve insanın doğayla rızalaşmasını ifade eden “Rıza Şehirlerine” çevirme gayretinde bulunacağı şüphesizdir. Kısacası Aleviler Suriye’de ve geniş Ortadoğu’da halkların ve inançların eşitlik ve özgürlük koşuluyla bir arada yaşadığı demokratik bir düzenden yanadır. Bu gerçeğin dışında Alevileri emperyal kamplaşmaların iki farklı renginin içinde aramak beyhude olacaktır.
Tam da bu noktada Alevilerin ortak bir siyasi akla ihtiyacı olduğu söylenebilir. Parçalılık böylesi süreçlerin baştan kaybedilmesine zemin oluşturacaktır. Bu siyasi akıl üçüncü dünya savaşı koşullarında; genel olarak Ortadoğu’da ve özel olarak Suriye, Türkiye, Irak ve İran gibi bölge devletlerinde ki gelişmeleri okumak ve Alevi halkların ihtiyaçları, karşı karşıya olduğu riskleri ve geliştirilebilecek karşı tedbirleri belirlemek üzerine bir an önce devreye konulmalıdır. Bu aklın açığa çıkmasının ilk koşulu tartışmasız bir şekilde Yol’da Bir’lik düsturudur. Yol’da Bir’lik ilkesi Kürt Alevilerine yönelik uzunca bir süredir devam eden ve Arap Alevilerinin trajedisiyle bir kez daha belirli düzeyde gün yüzüne çıkan milliyetçilik sızmalarını dara kaldıracağı gibi, politik açıdan da Yol dışına savrulmaları düşkünlük olarak belirleyecektir.
/Kaynak: Dersim Gazetesi/Asil Benler /