Beni bilirsiniz… Ama hemen de adımı koyamazsınız.
Bazen bir köy meydanında, sessizce rüzgârla taşınırım.
Bazen bir annenin fısıltısında saklanırım:
“Kim bilir, belki bir gün döner…”
Benim olduğum yerde zaman ağırlaşır.
Ufuk, yüreğinize dokunacak kadar yaklaşır.
Dağlar sırrını fısıldar, vadiler sessizleşir.
Rainer Maria Rilke’nin dediği gibi:
“Özlemek, insanın kendi içindeki o derin uçuruma bakmasıdır.”
İnsanı kendi uçurumlarına baktıran o derin boşluk.
Nazım’ın sürgün dizelerinde yolunu kaybeden,
Ahmed Arif’in yüreğinde kavuşamayan bir sevdayım.
Evet tanıdınız;
Hasretim ben.
Geçmişten Gelen
Tarihim mi? Çok eski.
İlk insanın türküsü, yitip giden dostlara yakılan bir ağıttı.
Avcılar dönmeyince mağaralarda yankılanan sessizlikte vardım.
Göç yollarında bırakılan bir çocuğun gözlerinde saklandım.
Bir âşık sevgilisine ilk türküsünü yakarken, benimle başladı mısrasına…
Benimle bitirdi..
Şairin dediği gibi; “Hasret, kömür karası bir duman gibi çöker insanın ciğerine.”
Sessizlikte Saklı Kıvılcım
Beni sadece bir sevdayla sınırlamayın
Dönmeyen bir selam, unutulan bir söz…
Ben her ağıtta, her yakarışta doğdum.
Taşların altına saklanmış anılarla gelirim,
Ve sonra usulca fısıldarım: “Beni sadece gözyaşında aramayın.”
Mezopotamya’nın bereketli topraklarında,
Bir köyde, bir dağda, bir ovada yankılanırım.
Acıyla yoğrulan, özlemle büyüyen, kavuşmayla tamamlananım.
Ben, özgürlüğü özleyen halkların içinde yanarım.
Bir çocuğun elinde tuttuğu, ama asla tamamlayamadığı bir şiirim.
Gülüşlerin kıyısındaki küçük sızı, sessizliğinizde kopan büyük fırtınayım.
Ben bütün yitip gidenlerin izini, bir anda yeniden buldururum.
Kimi zaman bir mektubun köşesine düşen bir cümle olurum,
Kimi zaman bir telefonun çalmadığı o ilk sessizlik.
Dostoyevski’nin dediği gibi: “İnsanı en çok sevdiği yerden sınar hayat.”
Ve ben, o sınavın kalemi olurum.
Zindanlarda Hasret
Hasretim ben.
Bir tutsağın demir parmaklıklar ardında yüreğine saplanan sessizlik,
Geceleri yıldızları hayal eden mahkûmun rüyasında filizlenen özgürlük…
Bir cezaevinden yükselen türküyüm,
Karanlığın içinden sabaha uzanan bir umut ışığıyım.
Zindanda hasret, katmerlidir;
Dakikalar ağır, umut inatçıdır.
Ve ben, o inatçı umudun yankısıyım.
Bir gün kapılar açıldığında,
Denizin kokusuyla uyanan nefes,
Toprağa basan bir ayak olurum.
Ahmed Arif’in dediği gibi;
‘’Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim…’’
Ben, kavuşmanın yankısıyım.
Hasretim ben
Sürgün ve Özlem
Kafka’nın dediği gibi:
“Hasret, insanın uzaklarda aradığı bir şey değildir; aslında, içinde olduğu bir dünyada kaybettiği bir şeydir.”
Ben adı unutulan şehirlerin sessizliğinde saklıyım.
Bir sürgünün rüyasında gördüğü sokakta,
Mektubundaki unutulmuş bir kelimede yaşarım.
Ben, gidemediği, göremediği şehirlerin hüzünlü bir ezgisi,
Bir telefon ile gelen ‘öldü’ sözündeki sızıyım.
Ahmet Kaya’nın dizelerinde bir çığlık olurum:
‘’İki damla gözyaşımla satıldım pazarlarda
Kırdılar yüreğimi kırdılar azarlarla
Sürgünlere yolladılar sabah dörtte yağmurlarla
Ben yandım siz yanmayın Allah aşkına.’’
Bir Halkın Hasreti
Her kelimede saklı, her gözyaşında büyüyen bir çağrıyım.
Ve Fadıl Öztürk’ün dediği gibi:
“Hasret, bir halkın ruhunun derinliklerinden yükselen çığlıktır.”
Ben bir halkın ruhundan yükselen o kadim çığlığım.
Beni bir sevdayla sınırlamayın.
Ben Mezopotamya’nın bereketli topraklarında filizlenen bir ağıt,
Kürdistan’ın her taşında yankılanan bir stranım.
Ben, Şengal’in yitip giden sokaklarında,
Viranşehir’in soğuk yollarında yankılanan bir fısıltıyım.
Ben Rojhilat’da baş eğmeyen bir kadının haykırışıyım:
“Jin, Jiyan, Azadî!”
Göç yollarında terk edilen çocukların bakışında,
Ben sürgün yollarında dökülen gözyaşı,
Bir halkın yeniden doğan umutlarının ilk ışığıyım.
Kaybolanların İzinde
Sanmayın ki sadece geçmişte yaşarım.
Hasretim ben.
Bir dağın ardında kalan gökyüzü,
Bir sofrada eksik kalan tabak…
Albert Camus’nun dediği gibi:
“Kaybolan her şey, yeniden bulunur.”
Ben her zaman kaybolan şeylerin peşindeyim.
Adı değişen dağların, sesi unutulan klamlarda yaşadım.
Adı silinen şehirlerin, taş taş üstünde kalmayan köylerin suskunluğunda gizliyim.
Her taşın altında, her göçmen adımda,
Her kırık dökük evde bir parçam gizlidir.
Ve ben, o parçalardan büyürüm.
Büyüdükçe de her halkın direnişine dönüşürüm.
Çünkü Bertolt Brecht demişti:
“Yıkılan kentler sadece taşlarıyla kalmaz; onlarda yaşayanların hafızası, sonsuza kadar kalır.’’
Direnişin Şarkısı
Hasretim ben.
Bir halkın tarih boyunca süregelen özlemindeyim.
Garzan’da yankılanan bir stran,
Tişrin’in siperlerinde baş eğmeyen bir kadın,
Bir annenin gözyaşında doğan bir umut,
Bir çocuğun gerçekleşen hayaliyim.
Mezopotamya’nın yıldızlı gecelerinde bir direnişim.
Amed’in surlarında yankılanan bir haykırışım.
Ben halkların umudu, acıdan doğan direnişiyim.
Ben hasretim…