Günümüzde Kürdistan’ın iki parçasında, Rojava ve Güney Kürdistan’da ABD, Kürtlerin en önemli ortağıdır ve Ortadoğu’da son yıllarda siyasi dengeler ve hatta haritalar değişirken bu ortaklık beraberinde önemli sonuçlara yol açıyor. Yakın döneme bakıldığında, Irak’ta resmen Kürdistan Federasyonunun kurulması ve Suriye’de ise Kürtlerin fiili yönetimlerini kurarak bölgede önemli bir güç haline gelmesi kuşkusuz ABD ile kurulan ortaklığın da önemli bir sonucudur. ABD-Kürt ortaklığının dönemsel siyasi gelişmelerle ilgisi olduğu kadar, stratejik hedeflerle de bağlantısı var.
Peki ama bugün çoğu Kürt tarafından memnuniyetle karşılanan ve haliyle Türkiye gibi Kürt karşıtı siyaseti benimseyen devlet ve güçler tarafından ise lanetle anılan ABD-Kürt ilişkileri ilk ne zaman başladı, bugünkü ortaklığın geçmişi nasıldı, nereden nereye gelindi? Bu soruların yanıtlarını bilmek, bugünkü ortaklığı ve bunun geleceğini anlamak açısından önemlidir.
ABD daha Ortadoğu’yu uzaktan izleyip küresel güç haline gelmemişken, dolayısıyla Kürtlerle pek ilgilenmiyorken, Kürtlerin ABD’yi keşfettiği söylenebilir. 1880’de Kürt devleti kurmak için Osmanlı ve İran hanedanlarına karşı isyan eden Şeyh Ubeydullah, aynı dönemlerde çeşitli devletler nezdinde davasının haklılığını anlatmaya da çalışmıştı. Bu nedenle Ekim 1880’de İngiltere’nin Tebriz konsolosluğuna yazdığı mektup aracılığıyla Şeyh Ubeydullah aynı zamanda dönemin ABD yetkililerine de seslenmiş ve Türk, Arap ve Farslardan ayrı olarak 500 binden fazla aileden oluştuğunu söylediği Kürt milleti için destek istemişti (Jwaideh 2014:167; McDowall 2005:88-89). Ancak Şeyh Ubeydullah’ın isyanı kısa sürede bastırıldığı gibi ne ABD ne de Britanya onun sesini duymuştu.
Birinci Dünya Savaşının ardından dünya siyasi düzeni yeniden kurulurken ABD’nin bir kez daha Kürtlerin ilgisini çektiğini görüyoruz. Dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson’un milletlerin kaderlerini tayin hakkıyla ilgili meşhur ilkeleri Kürtleri heyecanlandırmıştı, ancak heyecanlananların sayısı çok değildi ve etkileri de sınırlıydı. Özellikle İstanbul’daki eğitimli Kürt milliyetçileri ve aydınları arasında Wilson İlkeleriyle ilgili seslerin çıktığını görebiliyoruz; bunlardan farklı olarak 1918’de Süleymaniye’de İngilizlere karşı isyan bayrağı açan ve başarısız olan Şeyh Mahmud Berzenci’nin de bu ilkelerle epey ilgili olduğunu İngiliz kaynakları bildiriyor (Bozarslan 1985; Jwaideh 2014; Fırat 2024).
Ancak bu tür gelişmelerle birlikte Kürt milliyetçileri de meselelerinin çözümü konusunda bölgedeki etkili uluslararası gücün ABD değil, örneğin İngiltere olduğunun gayet farkındadır. Nitekim İngiliz sömürge subayı Noel’in de dikkat çektiği gibi, zaten ABD Başkanı Wilson da Kürtlerin ilkelerine bağlılığına yönelik haykırışlarını hiçbir zaman duymamıştı (Jwaideh 2014).
ABD’nin Kürt siyasetine ilgisi esasen küresel güç rolünü İngiltere’den devralmaya başladığı II. Dünya Savaşından sonraya denk gelir. Bundan önceki dönemde ille de ABD’nin Kürt siyasetinden söz edilecekse bunu İngiltere’nin Kürt siyaseti çerçevesinde okumak mümkündür, aynı şekilde II. Dünya Savaşından sonra aktörler yer değiştirdiğinde ise bu kez İngiltere’nin etkisi ABD’nin Kürt siyaseti çerçevesinde okunabilir. Bunun en bariz örneği ise Mahabad Kürdistan Cumhuriyeti’dir. Kürt milliyetçileri Qazi Muhammed liderliğinde 1946’da cumhuriyeti ilan ettiklerinde ABD ve ortağı İngiltere kesinlikle karşıydılar. Onların bir gerekçesi Kürtlerin o dönemde Sovyetler Birliği ile olan ilişkileriydi, ki Mahabad’ı ilan eden Kürt milliyetçilerinin en önemli müttefiği Sovyetlerdi. İkinci gerekçe ise, ABD ve İngiltere’nin İran’daki Şah rejimini desteklemeleriydi.
Ancak bu olaydan kısa süre sonra ABD’nin muhtemelen ilk kez esaslı biçimde Kürt mevzusuna el attığı ileri sürülebilir. ABD istihbarat birimi CIA’in Aralık 1948’deki Kürt Raporu bunun için önemli bir veridir. Burada detaylarına girmeyeceğim, başka bir podcast ve yazıda bunu ele alacağım. Ancak bu rapora bakıldığında, ABD’nin dönemin şartları çerçevesinde detaylı sayılabilecek biçimde Kürtleri sosyolojik, kültürel, tarihsel ve politik başlıklar altında incelediği ve buna göre bazı sonuçlara vardığı söylenebilir. En önemli sonuçlardan biri de, Kürtlerin isyancı bir geleneğe sahip oldukları ve Sovyetler Birliğinin bunu istismar etmeye çalıştığı şeklindeydi. Bunun da açıkça gösterdiği gibi, CIA’in Kürt raporu yeni başlayan Soğuk Savaş döneminin parametrelerini barındırıyordu. Bu durumda Kürtler ABD için en fazla bölgedeki ortaklarını, Türkiye, Irak ve İran’ı rahatsız eden ve örneğin Mahabad deneyiminde de görüldüğü gibi Sovyetlerle kurdukları ilişkiler dolayısıyla dikkat edilmeleri gereken isyancı bir gruptu. Açıkçası bu rapora hakim olan görüşün, 1945-1989 aralığındaki Soğuk Savaş yıllarının tümünde geçerli kabul edilebilecek ABD’nin Kürt siyasetini ortaya koyduğu söylenebilir.
Nihayetinde II. Dünya Savaşından sonra, 1990’lı yılların başlarına kadar dünya siyaseti Soğuk Savaşın çift kutuplu güç dengeleri üzerine bina edilirken; ABD bölgede İran’ı 1979’daki Molla Devrimi’ne kadar, Türkiye’yi ise her daim stratejik müttefiki olarak kabul etti. Irak’ta 1958’de Haşimi monarşisi darbeyle son buluncaya kadar Batı’nın müttefikiydi ve bu tarihten sonra sık sık darbelere sahne olan ve nihayetinde 1970’lerin sonundan 2003’e kadar Saddam Hüseyin’in yönetiminde kalan Irak’ta ise dönemsel çıkar ilişkilerine göre bazen müttefiklik bazen de karşıtlık söz konusu oldu. ABD’nin bölge devletleriyle kurduğu müttefiklik ilişkisi, Kürt meselesine dair izlediği siyaseti belirledi. Türkiye ve İran’ın geleneksel Kürt karşıtı siyaseti istikrarlı biçimde ABD tarafından desteklendi. Bununla birlikte sık sık iktidar ve güç dengelerinin değiştiği Irak’ta ABD’nin Kürt siyaseti, Soğuk Savaş dengelerinin gerektirdiği şekilde, bir dönem için farklılaştı. ABD’nin 1970’li yıllarda Kürdistan Demokrat Partisi ile kurduğu ilişki bu çerçevedeydi.
***
Molla Mustafa Barzani, askeri güçleriyle kurucuları arasında yer aldığı Mahabad Kürdistan Cumhuriyeti 1946’da yıkılınca Sovyetler Birliğine sığınmış ve burada 12 yıl kalmıştı. 1958’te Haşimi Monarşisi yıkılınca Barzani Irak’a dönmüş ve dönemin iktidarıyla bazı konularda anlaşma yoluna gitmişti. Ancak 1961’e gelindiğinde Irak sözlerini tutmayıp yeniden Kürtlere savaş açmış ve fakat Kürtler bu savaşta başarıyla çıkmıştı, bu yüzden 11 Eylül 1961 Devrimi Güney Kürdistan mücadelesinde önemli tarihlerden biridir. 1963’te bu kez Baas Partisi darbe yapmış ve iktidarı ele geçirmişti, ki 1970’ten sonra Baas’ın ve Irak’ın tek hakimi de 2003’e kadar Saddam Hüyesin olacaktı. 1965 ve 1970’te Kürtler ile Baas rejimi arasında yeni anlaşmalar yapılmıştı, ki 11 Mart 1970’deki Özerklik Antlaşması oldukça önemlidir.
Bu özet çerçeve dahilinde Güney Kürdistan’daki Kürt hareketi ile ABD’nin ilişkilerinin nasıl başladığına bakabiliriz. Bunun için de Mesud Barzani’nin bizzat aktardığı veriler önemlidir.
Doğrusu Molla Mustafa Barzani’nin Sovyetlerden Irak’a dönüşü ABD cephesinde hiç de memnuniyet yaratmamıştı. Dönemin CIA Başkanı Allan W. Dulles’e göre, “Sovyetler Kürtleri Ortadoğu’da bir ileri karakol olarak kullanmakta” idi (Kutlay 2011:506). Hal böyle olunca Kürt hareketinin ABD ile ilişki kurabilmesi oldukça zordu. Nitekim Mesud Barzani, üstelik Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilere sahip oldukları dönemde, aslında ABD ile de ilişkilerin kurulması için her yolu denediklerini aktarıyor. Bu denemelerden biri olarak, Mesud Barzani bizzat kendisinin 1965’te ABD’nin Tahran Elçiliğine bir mektup verdiğini, ancak ABD’nin mektuba yanıtının beklentilerinin aksine olduğunu yazar. ABD, “Kürdistan’da bir savaşı iyi karşılamadığını”, ancak buna müdahale etmelerinin de mümkün olmadığını, çünkü bunun bir “iç mesele” olduğunu ve savaşa son verilmesini temenni ettiklerini bildirmişti (Barzani 2005:368-369)
Mesud Barzani’ye göre, ABD’nin KDP’nin işbirliği çabalarına olan ilgisizliği 1972’ye kadar sürdü. Bu tarihte ABD Başkanı Nixon önce Moskova’ya ardından da Tahran’a gitmişti ve Barzani’nin ifadeleriyle, İran Şahı da Nixon’dan “hükümetinin kendisinin belirleyeceği şekilde Kürt ayaklanmasıyla temasa girmesini talep etti. Bu ilişkinin İran’ın gözetimi ve kontrolü altında olmasını önerdi. Çünkü Şah, Amerika’nın işin içine girmesinin, kendisinin Devrimin ve bizzat Barzani’nin kaderi üzerinde etkin bir rol oynamasının garantisi olacağını biliyordu..”
“22 Haziran 1972 günü General Mansur Pur, Şah’ın bir mektubunu [Molla Mustafa] Barzani’ye getirdi. Mektupta Amerikan Başkanının Devrime [KDP’ye] yardım etmeye onay verdiği belirtiliyordu.” Bunun üzerine KDP heyeti önce Şah’la görüşmek için Tahran’a, sonrasında ise Washington’a gitmiş ve Mola Mustafa’nın büyük önem atfettiği ilişkiler böylece kurulabildi. ABD Dışişleri Bakanı Henry Kisinger’ın bu görüşmelere ilişkin mesajı ise netti: “Bu ilişki İran Şahı’nın isteği üzerine gerçekleşti. Bu yüzden bunun gizli tutulması gerekir. Tam bir gizlilik ilişkinin sürmesi için şarttır.” Barzani’ye göre, ABD “yönetim[i] Kongre’nin bilgisi dışında taktik bir karar aldığı” için ilişkilerin gizli tutulmasını istemişti. Aksi halde yasaların Kongre’nin dış yardımları bilmesini ve yasa çıkarılmasını gerektiriyordu.
Peki, bu yardımların mahiyeti neydi? Barzani bu konuda da şu bilgileri paylaşır:
“1972 yılının sonunda plan uygulamaya konuldu. Silahlar ve paralar gönderildi. Nakit olarak altı milyon dolar teslim aldık. Geri kalan miktar ise silahların bedeli olarak alıkondu. Gerçekte on milyon dolardan ne kadarının silah alımında kullanıldığını bilmiyorduk.” (Barzani 2005:369-370)
ABD ile Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) arasında İran Şahı’nın aracılığı ve isteğiyle kurulan temaslar, yakın dönem Kürt tarihinin önemli bir dönemine denk geliyordu. Özetle bahsettiğim gibi, Saddam Hüseyin’in de aralarında bulunduğu yeni Baasçılar iktidara gelince KDP ile yeni bir antlaşma yapılmıştı ve nihayetinde Irak’taki Kürtler için tarihsel bir dönüm noktasını ifade eden 11 Mart 1970 tarihli deklarasyon imzalanmıştı. Bu deklarasyon, Kürtler için idarî özerkliği içeriyordu ve bunun uygulanabilmesi için dört yıllık süre öngörüldü. Ancak Kerkük gibi petrol kaynakları nedeniyle önemli olan bölgeler Kürtlerin ısrarına rağmen özerk bölgeye dahil edilmedi. Aradan dört yıl geçince hükümetin kısmî bazı adımlarına rağmen tarafların karşılıklı güvensizlikleri ortadan kalkmadı, aksine bunu derinleştiren gelişmeler söz konusu oldu. (Örneğin Molla Mustafa ve oğlu İdris’e suikast girişimleri, Kerkük’te Araplaştırma uygulamaları vesaire…) Buna rağmen görüşmeler devam ettirildi ve 11 Mart 1974’de Baas yönetimi yeni bir Özerklik Yasası’nı ilan etti. Ancak Kerkük gibi tartışmalı bölgeleri özerk Kürt bölgesinin dışında tutan ve merkezi yönetimin sıkı kontrolünü öngören bu yasa, Kürtlerden onay almadı.
1974’teki anlaşmazlık yeni bir çatışma döneminin kapılarını aralarken, Kürtler iki konuda kendilerinden emindi. Birincisi, 1960’lı yıllar boyunca darbeler ve iktidar mücadeleleriyle bir türlü merkezi otoriteyi oturtamayan güçsüz bir Irak vardı ve buna karşın Kürtler isyanlarıyla en azından hükümeti masaya oturtacak ve taleplerini kısmen kabul ettirecek düzeyde askeri başarı elde etmişti. İkincisi, muhtemelen en önemlisi, ABD’nin bir süreden beri Kürtlerle kurduğu yakın ilişkilerle ilgiliydi. Özellikle Baasçıların 1972’de petrol kaynaklarını millileştirme kararı alması, aynı dönemlerde Sovyetler Birliği ile Dostluk Antlaşması yapması ve Sovyetler Birliği’nin böylece Ortadoğu’da nüfuz alanı kazanmaya çalışması, Soğuk Savaş dengelerinin gereği olarak ABD’yi İran’a ve dolayısıyla İran’ın Irak’a karşı desteklediği Kürtlere iyice yakınlaştırmıştı. “Kürdistan’ın Ortadoğu’nun askeri ve siyasi denkleminde önemli bir faktör haline geldiğine” inanan Molla Mustafa Barzani de, ABD’nin (ve ABD’nin müttefiki İran’ın) desteğine güvenmişti (McDowall 2004:450).
1975’te Irak hükümetinin Özerklik Yasası’nı tek taraflı dayatması nedeniyle çatışmalar yeniden başladı. Sonuç, Kürtler için tarihi bir hezimet oldu. Toplumsal, siyasi, askeri nedenleri olmakla birlikte hezimetin yaşanmasında ABD’nin izlediği siyaset de önemli etkide bulundu. Her şeyden önce Kürtler, ABD’den umdukları desteği bulamamıştı. Çünkü Baas yönetimi, 6 Mart 1975’te Cezayir’de ABD’nin müttefiki İran’la anlaşma yapmış ve aralarında ihtilaf konusu olan sınır meselesini çözüme kavuşturmuştu. (Aslında daha önce “Irak İran’a Kürtlere verdiği yardımı kesmesi halinde Şattülarab sınırından vazgeçmeyi gizlice teklif etmişti” ve Cezayir’de bu konuda anlaşma sağlanmıştı (McDowall 2004:452).) Böylece İran’ın ve dolayısıyla ABD’nin Kürtleri Saddam’a karşı desteklemelerini gerektirecek nedenler de ortadan kalkmıştı.
Hem uzun ve çetin mücadele geçmişine dayanan kendi liderliği hem de liderliğini üstlendiği Iraklı Kürtler açısından dramatik sonuçlara yol açan 1975 yenilgisinin ardından Molla Mustafa Barzani, ABD’nin tutumundan dolayı yaşadığı hayal kırıklığını şöyle ifade etmişti: “Amerikalıların vaatleri olmasaydı böyle davranmazdık. Amerikalıların vaatleri olmasaydı, asla tuzağa düşürülmezdik ve işi bu boyutlara getirmezdik.” (McDowall 2004:449). Bu arada birkaç yıl sonra tedavi amacıyla gittiği ABD’de Molla Mustafa Barzani ABD Başkanı Jimmiy Carter ile görüşmek için bazı girişimlerde bulunmuş ve sonuç alamamıştı, bunun üzerine yazdığı mektupta da benzer sözlerle hayalkırıklığını dile getirmişti (Özer 2010).
Tabi Kürtlerin ABD ve İran tarafından yüzüstü bırakıldığı 1975’teki felaket zamanında ABD’nin başkanı Carter değildi; o sıralar ABD’nin başkanı Gerald Ford idi ve Ford yardımcısı olduğu Nixon’in meşhur Watergate skandalı sonrasında istifa etmesiyle göreve gelmişti. Carter ise 1977’de başkanlığa seçilmişti. Mesud Barzani bu dönem hakkında şöyle yazıyor:
“İran Şah’ı 06 Mart 1975 günü [Saddam ile yaptığı Cezayir Antlaşmasıyla] Kürt halkını arkadan bıçaklarken Amerikan yönetimi Kürt halkına arkasını döndü, bu halkın çağrılarına kulaklarını tıkadı. Bu trajedide en büyük günah Henry Kisinger’in omuzlarındadır. Sebep odur. Çünkü Kongreden habersiz, en küçük bir bilgi vermeden bütün bunları planlayan oydu. İstediği zaman yardımı kesmekte özgür olsun diye. O günkü Başkan Gerald Ford zayıf bir başkandı. ‘Zavallı Dublör’ diye bilinirdi. Pragmatist Henry Kisinger Amerikan dış siyasetinin tek hakimiydi.” (Barzani 2005:370)
Hakikaten de dönemin ABD dış siyasetinin en etkili isimlerinden biri Kissinger idi ve 1975 savaşı öncesinde Tahran’da Barzani ile görüştüğü kaydedilir (Bruinessen 2011:54). Kissinger’ın Kürtlerin 1975’teki yenilgisinden sonra adeta Barzani’ye yanıt oluşturan sözleri ise şöyleydi: “Misyonerlik çalışmaları ile başka bir dini kabul etme işi karıştırılmamalıdır.” (Middle East Watch 2003:230) ABD’nin (ve müttefiki İran’ın) bu dönemde izlediği Kürt siyaseti, aynı dönemde CIA’nin eylemlerini soruşturan Pike Komisyonu Temsilciler Meclisi Raporu’nda şöyle ifade edilmişti:
“Hem İran hem de ABD esasen Kürtlerin yarı-özerk konumlarında vazgeçmeyi reddetmeleri nedeniyle Irak’ı zayıflatan çözümsüz durumdan yararlanmayı umuyor. Ne İran ne de ABD, sorunun şu ya da bu yolla çözüme kavuşmasını istiyor.” (McDowall 2004:442)
***
Ağır yenilgi ve hayalkırıklığı ile geçen birkaç yılın ardından, Molla Mustafa Barzani 1979’da yaşamını yitirdi, yerine oğlu Mesud Barzani KDP’nin başına geçti, bu arada Celal Talabani de onlardan ayrılarak Kürdistan Yurtseverler Birliğini (KYB – 1975’te) kurmuştu. 1979’da İran’da Molla Devrimi de olmuş ve ABD bölgedeki önemli müttefiklerinden birini kaybetmişti. Bu arada Irak’ta iktidar koltuğuna oturmuş olan Saddam Hüseyin, Molla Devrimi’nin yarattığı kaotik ortamdan faydalanmak istemiş, Şattülarap sınırı ile ilgili Cezayir Antlaşması’nı feshetmekle kalmamış İran’daki zengin petrol bölgesi Kuzistan’a da göz dikmiş ve ardından iki ülke arasında sekiz yıl sürecek olan savaş patlat vermişti. Bu savaş boyunca İran’a karşı ABD bu kez Saddam Hüseyin’in yanında durdu ve en güçlü müttefiki oldu.
1980’ler boyunca Irak ve İran’daki Kürt hareketleri bu devletler arasında gidip gelirken ve destek alma çabasına girişirken, aynı zamanda Kürdistan tarihinin en büyük dramlarından bazıları da yaşandı. Kürt bölgesinde cereyan eden İran – Irak savaşının yarattığı büyük tahribatların yanı sıra her iki devlet de bu arada kendi Kürt muhalefetlerini cezalandırmaktan geri durmadı.1988’de savaş bittikten sonra ise, Irak’ta uluslararası literatürde kabul edildiği biçimiyle Kürtlere karşı soykırım gerçekleştirildi. Saddam Hüseyin’in 1987-1988 yıllarında yaptığı Enfal Soykırım Harekâtı kapsamında en az 182 bin Kürt katledildi, binlerce köy yerle bir edildi; on binlerce Kürt ise toplama kamplarına alındı, işkenceye maruz kaldı, gözaltında kaybettirildi ve mülteci durumuna düşürüldü (Middle East Watch 2003).
Kürtlerin yaşadıkları dram pek az uluslararası kamuoyunun dikkatini çekti. Önceliği Saddam Hüseyin’in İran’ı devirmesi olduğu için ABD ve Batılı müttefikleri Kürtlerin yaşadıklarını görmezden geldi. Hatta Saddam Hüseyin, 16 Mart 1988’de Halepçe’de kullandığı ve en az beş bin Kürdün ölümüne yol açan sarin ve hardal gibi yasaklı kimyasal silahları Batılı devletlerden temin etmişti, ama bununla ilgilenen olmadı (Fırat 2021; Hiltermann 2010).
ABD ve Batılı müttefiklerinin Irak’taki Kürtlere yönelik zulmü görmeleri ve bunlara yeniden ve üstelik uzun yıllar sürecek stratejik düzeyde siyasi ilgi duymaları, ancak 2 Ağustos 1990’da Saddam Hüseyin’in Irak’ın toprağı olduğu iddiasıyla Kuvveyt’i işgal etmesi sonrası söz konusu oldu. Saddam Hüseyin, savaşın sonunda yenilmişti ve KDP ile YNK’nin temsil ettiği Güney Kürdistan’daki Kürt güçleri bir kez daha ABD’nin ilgi alanına girebilmişti. Mesud Barzani’nin bu döneme dair aktardığı şu anekdot ise dikkat çekicidir:
“1992 yılında George Bush yönetiminin ulusal güvenlik müsteşarı General Scocraft bizi karşıladı ve bizden ne istiyorsunuz? dedi. Ona şu cevabı verdim: ‘Sizden tek istediğimiz 1975 yılında bize yaptığınız ihaneti bir kez daha tekrar etmemenizdir.’” (Barzani 2005:370-371)
Hakikaten de 1990’lı yıllar boyunca ABD’nin izlediği siyaset, Barzani’nin kaygılarını yatıştıran türdendi. Ama şayet bir bütün olarak bakılırsa esasında ABD’nin 1990’lı yıllar ve hatta 2000 sonrası için de iki farklı Kürt siyasetini esas aldığı görülebilir. Bunu anlamak açısından Türkiye’deki milliyetçi çevrelerin sık sık Kürt yanlısı eğilimleri nedeniyle tepki gösterdiği eski ABD Büyükelçisi Peter Galbraith’in, 20 Şubat 1999’da New York Times’ta yer alan şu sözleri dikkate değerdir:
“Türkiye’nin kendi Kürtlerini bastırırken, Iraklı Kürtleri Saddam Hüseyin’in yeni bir soykırımından koruma misyonuna sahip ABD önderliğindeki ittifakla işbirliği yapması hayati önem taşımaktadır.” (Herman, Chomsky 2006:26)
Galbraith’ın bu sözleri, ABD’nin 1990’dan sonraki yıllarda izlediği Kürt siyasetinin bir özeti gibidir. ABD, “kendi Kürtlerini bastırırken” Türkiye ile stratejik müttefikliğini sürdürdü ve en önemli silah tedarikçisi olduğu Türkiye’nin “terörle mücadelesi”nde siyasi ve diplomatik desteğini de korudu. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da ABD tarafından Türkiye’ye teslim edilmesi ise, en kayda değer destek olarak kabul edilebilir. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit de, daha sonraları ABD’nin neden Öcalan’ı teslim ettiğini anlamadığını söylerken, aynı zamanda bu tarihsel desteği doğrulamıştı. Bununla birlikte ABD, “Saddam Hüseyin’in yeni bir soykırımından koruma misyonu” ile Körfez Savaşı sonrasında Irak’taki Kürtleri himaye edici bir siyaset izledi. Nitekim bu dönemden itibaren Irak’taki Kürt güçler, ABD’nin bölgedeki müttefiki ve Kürt bölgesi de ABD’nin bir tür üssü haline geldi.
ABD ve öncülüğünü yaptığı koalisyon 3 Mart 1991’de Saddam Hüseyin’le yaptığı antlaşma ile resmen Körfez Savaşı’nı sonlandırdıktan 45 gün sonra (17 Nisan 1991’de) Kürdistan bölgesine askeri çıkartma yaptı. Bir gün sonra da 36. paralelin kuzeyi Irak için “uçuşa yasak bölge” ilan edildi. “Çekiç Güç” olarak adlandırılan askerî kuvvetler, Kürdistan bölgesine (ve elbette 12 Temmuz 1991 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye’deki çeşitli üslere) konuşlandı. ABD bu çıkartmayla Irak’taki Kürtleri koruma misyonunu icra ettiğini duyurdu.
Bu arada BM Güvenlik Konseyi de 5 Nisan 1991’de 688 no’lu kararı almıştı. Kararda “çok kısa süre önce Kürtlerin yaşadığı bölgelerde görülenler de dahil olmak üzere Iraklı sivil halka yapılan baskıların kınandığı” kaydedildikten sonra, “Irak’ın bölgedeki uluslararası barış ve güvenlik üzerindeki tehdidinin kaldırılmasına katkı yapmak üzere bu baskıyı hemen sona erdirmesi [ve] Irak’ın uluslararası insan hakları kuruluşlarının Irak’ın her yerindeki yardıma gereksinim duyanlara ulaşmasına hemen izin vermesi” talep edilmişti. David McDowall, kararın iki nedenden ötürü “tarihsel bir önem” taşıdığını kaydetmektedir:
“Kürtlere (Milletler Cemiyeti’nin Musul vilayetinde hakemlik yaptığı 1925/26’dan beri) ilk kez ismen yer veriliyor, böylece uluslararası düzeyde statüleri yükseltiliyordu. Aynı zamanda Birleşmiş Milletler bir üye devletin içişlerine müdahale etme hakkını kullanmakta ilk kez ısrar ediyordu.” (2004:496).
Körfez Savaşı sonrasında Irak Kürdistan bölgesinde oluşan yeni durum fiilî olarak özerk bir yönetimin ortaya çıkmasına zemin sundu. Mesud Barzani liderliğindeki KDP ile Celal Talabani liderliğindeki YNK’nin anlaşmasıyla 1992’de Kürtler seçime gitmiş, ardından ortak hükümet kuruldu. Ancak bu birliktelik uzun sürmedi, iktidar mücadelesinin sonucu olarak 1990’lı yıllar boyunca iki Kürt partisi arasında çok sayıda can kaybına yol açan silahlı çatışmalar yaşandı. ABD’nin girişimiyle 1998’de Barzani ve Talabani Washington’da el sıkışarak fiilî özerk bölgenin yönetimi konusunda yeniden anlaşmaya vardı.
1990’lı yıllarda Kürtlerle doğrudan temas kuran ABD’nin önceliğinin Körfez Savaşı’nda deviremediği Saddam Hüseyin’i ağır ambargolarla çökertmek olduğu, bu stratejik hamle kapsamında dinamik Kürt muhalefetini desteklemeyi yararlı gördüğü ve haliyle Kürdistan bölgesini de önemli üs alanlarından biri olarak kullanmaya başladığı söylenebilir. Bununla birlikte 1990’lı yıllar boyunca ABD, Kürtlerin özerk veya bağımsız herhangi bir resmi statülerini kabul etmedi veya bunun için teşvik edici olmadı. Nitekim 1991’de ABD “Dışişleri Bakanı Douglas Hurd ‘Kürtlere Irak sınırları içinde makul bir özerklik’ talep etmiş fakat buna yardım etmemişti.” (McDowall 2004:500)
***
ABD, 2003’e gelindiğinde, “Çok Uluslu Koalisyon” güçleriyle birlikte Saddam Hüseyin’i devirdi ve bu savaşta Kürtler stratejik müttefiklerdendi.
Savaştan sonra Irak’ta yeni düzen kurulmaya çalışıldı ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiiler iktidara gelirken, Kürtlerin Irak yönetiminde söz sahibi olması sağlandı. Sembolik değeri olan Cumhurbaşkanlığı koltuğu Kürtlere verildi (Saddam sonrası Irak’ın ilk Cumhurbaşkanı Celal Talabani olmuştu), Irak’ın yeni anayasasında Kürtlerin varlığı resmen tanındı, Erbil, Süleymaniye ile Duhok vilayetlerini kapsayan Irak Kürdistan Federal Bölgesi anayasada kabul edildi. Bununla birlikte Kürtlerin öteden beri talep ettikleri Kerkük, Musul, Hanekin, Diyala vilayetlerinin statüsü ise daha sonra yapılacak referandumla belirlenmek üzere belirsiz bırakılmıştı. Böylece Hurd’ın “Kürtlere Irak sınırları içinde makul bir özerklik” düşüncesi 12 yıl sonra ABD tarafından desteklenmiş ve resmiyet kazanmıştı.
Esasında Kürtler, Irak’ta ilk kez uluslararası alanda da resmen kabul edilen siyasi ve idarî bir statüye kavuşmakla birlikte, ABD ve Batılı devletlerin ekonomik, askeri, diplomatik ve siyasi desteğini aldı ve zamanla fiilî devlet statüsüne ulaştı. Ancak buna karşın Irak’ta ABD’nin istediği biçimiyle merkezi otorite tam anlamıyla tesis edilemedi, hala da bir kaos hali söz konusudur.
2014’e gelindiğinde merkezi otorite sorununun ve iktidar çekişmelerinin yaşandığı Irak’ta IŞİD ülkenin ikinci büyük kenti olan ve petrol kaynakları nedeniyle öteden beri stratejik önemi bulunan Musul’u ve başka birçok kenti ele geçirdi. İşgal ettiği yerlerde katliamlar yapan IŞİD en fazla da Kürdistan bölgesine saldırdı.
IŞİD’in ilerleyişinin durdurulamaması üzerine ABD’nin başını çektiği uluslararası koalisyon müdahalede bulundu. Koalisyonun desteğiyle Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bağlı peşmerge güçleri IŞİD’in kontrolünde bulunan birçok yeri geri aldı. Bu yerler arasında Musul’un doğu kısımları, Sincar bölgesi, Kerkük, Hanekin ve Diyala’nın önemli bir kısmı bulunuyordu. Böylece Kürtler, Irak anayasasına göre yapılacak referandumla statüsü belirleneceği belirtilen, ancak referandumun sürekli ertelenmesi nedeniyle statüsüz bırakılan vilayetlerde fiilî yönetimi devraldı. Özellikle petrol nedeniyle Kerkük stratejik önemdeydi. 1963’ten beri Irak hükümetleriyle yapılan müzakerelerin temel gündemini oluşturan, hatta 11 Mart 1970 deklarasyonunda Kürt özerk bölgesine dahli kabul edilmeyince Molla Mustafa Barzani’nin “Özerklik için on yıl savaştık, gerekirse Kerkük için bir beş yıl daha savaşırız” (McDowall 2004:441) sözleriyle ne derece önemsediklerini gösterdiği Kerkük, nihayet Kürt bölgesindeydi. Kürtler Kerkük petrolünü Irak merkezi hükümetine rağmen Türkiye üzerinden satmaya başlamış ve bazı uluslararası anlaşmalara da imza atmıştı.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi, 2017’ye gelindiğinde bağımsızlık referandumuna gitme kararı aldı. Irak merkezi yönetiminin karşı çıktığı, Türkiye ve İran’ın askeri müdahale gerekçesi saydığı, ABD ve Batılı müttefiklerinin ise desteklemediği bu karar, 25 Eylül 2017’de uygulandı ve halkın yüzde 92’si bağımsızlığa evet dedi. Bu arada referandum sadece Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Irak anayasasında belirlenen resmi sınırları dahilinde değil, Kerkük, Musul’un bazı bölgeleri, Hanekin ve Diyala eyaletlerinde de yapıldı.
Kürtler referanduma giderken Irak ordusu da İran ve Şii Haşd el Şaabi milis güçleriyle harekete geçti. Kısa sürede Irak hükümeti 2014’ten sonra Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kontrolüne geçen Kerkük, Musul, Hanekin ve Diyala eyaletlerini geri aldı, Kürtler Saddam sonrasında belirlenen resmi sınırlarına geri çekilmek zorunda kaldı. Profesör Abbas Vali’nin aktardığına göre, Kürdistan Bölgesel Yönetimi, kontrol ettiği toprakların yüzde 52’sini ve petrol gelirlerinin de yüzde 60’ını kaybetti (Erbay 2017). Bu hezimet, Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin istifasına yol açmakla birlikte Kürt yönetiminde ayrışmalara, Kürt siyasi grupları arasında ihanet düzeyinde sert tartışma ve bölünmelere, sınır kapılarıyla hava alanlarının kontrollerinin yitirilmesine, ekonomik imtiyazların önemli ölçüde kaybına, zaten mevcut olan yoksulluk ve benzeri sorunların daha da derinleşmesine yol açtı.
Saddam sonrası yıldızları parlayan ve fiilî devlet statüsüne ulaşan Irak Kürtleri, büyük bir özgüvenle birkaç adım sonrasında kesin bağımsız devletlerini kuracaklarını düşünürken, eldeki imtiyazların önemli ölçüde kaybıyla bunun hâlâ bir rüya olduğunu yeniden deneyimledi. Bu dramatik sonucun ortaya çıkmasında Kürtler elbette ABD ve Batılı müttefiklerini de sorumlu tuttu. ABD daha başından beri en azından zamanlaması itibarıyla referandum kararını desteklemediğini ilan etmişti. Kürtler ise, bu tavrına rağmen muhtemelen ABD’nin Irak’ın askeri müdahalesine izin vermeyeceğini düşündü. Ancak ABD askeri birlikleri Kerkük’te olmasına rağmen Irak ordusu ve Haşd el Şaabi milislerinin ilerlemesine karşı herhangi bir müdahalede bulunmadı, bu tutumuyla Irak’ın müdahalesini desteklediğini göstermişti. Referandum sonrasında Mesud Barzani’nin istifası da ABD tarafından memnuniyetle karşılandı. Bu arada ilginç bir veri olarak kaydetmekte yarar var ki, yıllara dayanan müttefiklik ilişkisine karşın ABD 1975’ten beri “terör listesi”ne aldığı Barzani’nin KDP’si ile Talabani’nin YNK’sini 2014’te bu listeden çıkardı.
Irak Kürtleri açısından referandum sonrası ABD ile ilişkiler 1975’teki yenilginin ardından yaşanan hayal kırıklığına benzer bir durumu ifade ederken, bir bakıma tarih tekerrür etmiş gibiyken, belli ki ABD, 1991’de “makul bir özerklik” için olduğu gibi, 2017’de “makul bir bağımsızlığın” zamanının gelmediğini düşünmüştü. Ama elbette ABD Kürdistan Bölgesel Yönetimiyle olan stratejik ilişkilerini ve hatta koruyucu misyonunu sürdürüyor. Irak’ta bunlar olurken öte yandan ABD Suriye’de de etkili bir Kürt siyasetini hayata geçirmişti.
***
2011’de başlayan Suriye’deki iç savaşa başından beri müdahil olan ABD’nin Suriye’deki Kürt muhalefetiyle doğrudan teması 2014’ten sonra oldu. Cihadist terör örgütü IŞİD’in PYD – YPG kontrolündeki bölgelere yönelik saldırılarının en kapsamlı halkalarından biri Kobani’de yaşandı. Ağır silahlarla kenti kuşatan ve katliam yapan IŞİD’e karşı etkili bir direniş sergileyen Kürt güçleri ilk kez Suriye’de ABD’nin başını çektiği IŞİD karşıtı koalisyonun desteğini aldı. Kürt güçleri, sonraki dönemde koalisyonun desteğiyle IŞİD’i Kobani’den çıkarmakla kalmayıp IŞİD açısından en önemli merkez olan Rakka dahil Suriye’nin birçok kentini de aldı. ABD ve Kürt güçlerinin IŞİD’e karşı işbirliği, silah ve eğitim desteği ile güçlendi; ABD’nin çeşitli üsler kurmasıyla Rojava bir bakıma Irak Kürdistan Bölgesi’ne benzer şekilde stratejik bir hal aldı.
ABD’nin Rojava’da Kürtlerle kurduğu ortaklığın görünürdeki gerekçesi, IŞİD ve benzeri terör örgütlerinin yarattığı tehdit şeklinde özetlenebilir. Ama öbür yandan elbette İsrail’in güvenliği ve bölgesel çıkarlar da önemli gerekçeler arasında yer alır. ABD’nin başından beri Rojava’da izlediği siyaset ise tüm Kürt bölgelerini kapsamadı; Rojava’nın Fırat nehrinin batı tarafından kalan kısmıyla ABD hiç ilgilenmedi, esas ilgi alanı Fırat’ın doğu yakası olageldi. Bu nedenle örneğin Kürt inkarını temel siyaset olarak belirleyen Türkiye’nin Suriye’nin doğu ve kuzeyinde herhangi bir Kürt oluşumunun ortaya çıkmaması için yürüttüğü siyasete yönelik ABD’nin tutumu da bu çerçevede oldu. Türkiye, Afrin, Cerablus, Til Rifat, Şehba, Minbiç gibi Fırat’ın batı kısmında bulunan yerleri işgal ettiğinde ABD herhangi bir tepki vermedi, aksine ortağı olduğu Kürt güçlerine Fırat’ın doğusunda kalmalarını tavsiye etti. Öbür yandan ise Fırat’ın doğusunda özellikle Türkiye’ye karşı ABD Kürt güçlerini himaye eden bir siyaset izledi. Bunun bir istisnası olarak, 2019’da Türkiye Girê Spî ve Serê Kanî kentlerini işgal ettiğinde dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın sınırlı onay vermesiydi.
2024’ün Kasım ayından itibaren ise Suriye’de ve Rojava’da bambaşka koşullar var. Türkiye’nin yıllarca beslediği, desteklediği, militan ve mühimmat tedariki için lojistik saha sunduğu IŞİD ve El Kaide kalıntılarından oluşan Heyeti Tahriri Şam örgütü (HTŞ), Şam’ı ele geçirdi, Esad rejimi devrildi ve Esad’ı on yıldan fazla süre himaye eden Rusya ve İran Suriye denkleminden çıktı. Bu arada da İsrail’in 2023’ün Ekim ayından beri yürürlüğe koyduğu İran karşıtı bir strateji var ve bunun için Filistin’de Hamas’a, Lübnan’da Hizbullah’a ve Suriye’de de Esad’a karşı son derece etkili operasyonlar yaptı. Esad düştükten sonra ise HTŞ’nin iktidarı ele geçirdiği yeni Suriye’de adeta taş üstünde taş bırakmadı.
Yeni dönemde Suriye’nin geleceği üzerine pek çok senaryo konuşuluyor. Türkiye, yıllardır desteklediği HTŞ üzerinden Suriye’yi şekillendirmek istiyor ve bunun Kürtsüz olmasını istiyor. HTŞ’nin de şeriat düzenini öngören yol haritası var. Öbür yandan ise bölgede dengeleri değiştiren İsrail’in görmek istediği koşullar söz konusu ve haliyle ABD ile Batılı devletler de İsrail’in güvenliğini ve İran karşıtı stratejisinin başarısını önceleyen siyasetleri var. Bu durumda Suriye’nin yeni dönemi çakışan ve çatışan hesaplarla yeniden şekillenecek. Kürtlerin konumu da bütün bu hesaplar içinde son derece hassas bir gündem başlığıdır. Mevcut durumda Türkiye, kesinlikle Kürtlerin olmadığı bir Suriye istiyor ve dolayısıyla 14 yıldır var olan fiilî Kürt otoritesini haritadan silmek için elinden geleni yapıyor. Ancak Kürtlerle hareket eden ABD ve batılı devletlerin hesapları şimdiye kadar Kürtlerin varlığının korunması ve savunulması şeklindeydi. Ancak ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump olunca, beklentiler ve hesaplar biraz belirsiz olmaya başladı. Yeni dönemde Kürtlerin ve Türkiye’nin ABD’den beklentileri taban tabana zıt ve Trump’ın vereceği kararlar, hem bir bütün olarak Suriye’nin ve bölgenin hem Türk – Kürt ilişkilerinin hem de Rojava’daki Kürt otoritesinin geleceği açısından kritik önemde olacak.
Podcast Yayını
https://www.youtube.com/watch?v=_o2kNqe7AD8
Kaynak
Barzani, Mesud (2005). Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi II. İstanbul: Doz Yayınları
Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1985). Jîn / Kovara Kurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi / 1918-1919. Cild 1. Uppsala: Weşanxana Deng
Bruinessen, Martin van (2011). Ağa, Şeyh, Devlet. İstanbul: İletişim Yayınları
Erbay, Vecdi (2017). Abbas Vali: Kürtlerin bilge bir lidere ihtiyacı var. https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2017/12/10/abbas-vali-kurtlerin-bilge-bir-lidere-ihtiyaci-var/ Erişim Tarihi: 8 Ocak 2018
Fırat, Nuri (2021). Kürdün “Kimyasal Değersizliği”. https://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-101
Fırat, Nuri (2024). Kaderini Tayin Hakkı ve Kürtler. https://www.youtube.com/watch?v=i7l7-POVKJ0
Herman, Edward S., Chomsky, Noam (2006). Kitle Medyasının Ekonomi Politiği / Rızanın İmalatı. İstanbul: Aram Yayınları
Hiltermann, Joost R. (2010). ABD ve Irak / Halepçe’nin Zehirlenmesi. İstanbul: Avesta Yayınları
Jwaideh, Wadie (2014). Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi / Kökenleri ve Gelişimi. İstanbul: İletişim Yayınları
Kutlay, Naci (2011). 21. Yüzyıla Girerken Kürtler. İstanbul: Peri Yayınları
McDowall, David (2004). Modern Kürt Tarihi. İstanbul: Doruk Yayınları
Middle East Watch (2003). Irak’ta Soykırım / Kürtlere Karşı Yürütülen Enfal Askeri Harekatı. İstanbul: Avesta Yayınları
Özer, Ahmet (2010). Kürtler ve Türkler. İstanbul: Hemen Kitap