Son yıllarda Türkiye’nin izlediği politika daha çok konuşulur hale geldi. NATO üyesi ve bir dönem ABD’nin ‘’sadık müttefiki’’ olarak tanımlanan Türkiye yeni arayışlar içinde. Bir çoğuna göre yeni bir emperyal güç olarak bölgesinde nüfus etmek istiyor. Yeni ilişkiler kuruyor. Özellikle Arap baharı ile birlikte başta Suriye olmak üzere birçok ülkeye yaptığı askeri müdahalelerle ‘’oyun kurucu değilsem bile maliyet artırıcı olurum’’ politikasını izledi.
Bunda ne kadar başarılı oldu? Bundan sonra ne yapacak? Halen bu sorular yanıtlanmış değil. The Jerusalem Post’tan Loqman Radpey Türkiye’nin gidişatını analiz etmiş.
Radpey analizinde şu görüşlere yer vermiş:
‘’Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki müdahaleleri aynı zamanda Batı ittifaklarından daha derin bir uzaklaşmanın sinyalini veriyor. Erdoğan’ın hükümeti Rusya ile daha yakın bağlar geliştirdi.
Türkiye’nin son yıllardaki cesur dış politika hamleleri, bölgesel ve küresel rolünü yeniden tanımlamaya yönelik kararlı bir çabayı yansıtıyor. Suriye’deki askeri müdahalelerinden BRICS [Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika ve dört ek ülkenin birliği] ile artan etkileşimine kadar, Ankara’nın eylemleri daha geniş bir stratejiyi ortaya koyuyor.
Türkiye’nin ihtirasları uluslararası düzeni tehdit ediyor.
Suriye’ye müdahalesi, Orta Doğu’ya yönelik giderek daha müdahaleci bir yaklaşımın altını çiziyor.
Ankara, cihatçı ve terörist grupları aktif olarak destekleyerek, kendisini Sünni-Şii güç mücadelesinde kilit bir oyuncu olarak konumlandırdı.
Bu strateji, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye’nin Sünni Müslüman dünyasında liderlik rolü üstlendiği neo-Osmanlı etki alanı vizyonuyla örtüşüyor.
Geleneksel devlet yönetiminin aksine, Türkiye’nin jeopolitik hayal gücü müdahale ve etkiyi önceliklendiriyor. Bu yalnızca acil güvenlik endişeleriyle ilgili değil; bölgesel düzeni Türkiye’nin tarihi ve ideolojik hırslarını yansıtacak şekilde şekillendirmekle ilgili.
Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki eylemleri aynı zamanda Batılı ittifaklarından daha derin bir uzaklaşmaya işaret ediyor. Erdoğan’ın hükümeti, Rusya ile daha yakın bağlar kurarak NATO’nun bütünlüğüne ve Atlantik ötesi çıkarlarına meydan okudu; bu, Rusya’nın S-400 hava savunma sisteminin satın alınması bunun bir örneğiydi; bu, NATO müttefiklerini yabancılaştıran ve Türkiye’deki ABD üslerine yönelik casusluk riskleri konusunda güvenlik endişeleri yaratan bir hareketti.
Türkiye Ukrayna’ya hafif silahlar sağlarken, Erdoğan’ın Rus yaptırımlarını aşma çabaları Ankara’nın nüanslı dengeleyici eylemini vurguluyor. Rus kartını oynamanın bu tarihi stratejisi, küresel düzende bağımsız bir rol oluştururken Moskova ile ekonomik bağları sürdürmeyi amaçlıyor.
Türkiye’nin BRICS’e katılmaya olan ilgisi, Batı’nın hakimiyetine meydan okuma yönündeki daha geniş özlemlerini yansıtıyor. Erdoğan bu katılımı “küresel ekonomik sistemde yaklaşım, kimlik ve siyaset çeşitliliğine” bağlılık olarak izah etti. Ancak bu söylem daha stratejik bir hedefi maskeliyor: Türkiye’nin Doğu ve Batı arasındaki benzersiz konumunu, jeopolitik nüfuzunu en üst düzeye çıkarmak için kullanmak.
Bu hareket aynı zamanda emperyal bir İslami düzenin göstergesi olan doğal bölgeye geri dönüşü de öne çıkarıyor. Bazı BRICS üyeleri, liberal demokratik normlar yerine egemenliğe ve kültürel kimliğe öncelik veren bir “medeniyet devleti” modelini savunuyor. Bu vizyon, Türkiye’nin sömürgeci farklılığını vurgulayan Erdoğan’ın kendi neo-Osmanlı dünya görüşüyle örtüşüyor.
Türkiye’nin coğrafi avantajları
Türkiye, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği konusundaki müzakerelerde stratejik konumunu kendi avantajına kullandı. Erdoğan, kendisini bir kapıcı olarak konumlandırarak Batılı ve Batılı olmayan güçlerden tavizler koparma yeteneğini gösterdi.
Türkiye’nin dış politika hırsları jeo-politikayla sınırlı değil; ideolojik alana da uzanıyor.
Erdoğan’ın hükümeti, Hamas ve Müslüman Kardeşler de dahil olmak üzere siyasi İslamcı hareketlerle yakın bağlar kurdu; bu, Türkiye’nin Orta Doğu ve Avrupa’da siyasi İslam’ın geleceğini şekillendirmeye yönelik uzun vadeli yatırımını yansıtıyor.
Yakın zamanda İsrail’e karşı intihar saldırıları çağrısında bulunan Halid Meşal gibi Hamas liderlerinin yer aldığı konferanslara ev sahipliği yapmak, Ankara’nın ideolojik taahhütlerini vurguluyor.
Ayrıca, Türkiye’nin Katar ile İslami hareketleri finanse etme konusundaki ortaklığı, özellikle İran’ın “direniş ekseni”nin zayıflamasının ardından, küresel çapta Sünni Müslüman topluluklara egemen olma yolunda koordineli bir stratejiyi ortaya koyuyor.
Türkiye’nin dış politikası çok kutuplu bir dünya düzeninin karmaşıklıklarını örneklemektedir. Türkiye ikili bir yaklaşımla NATO’yu Ukrayna’daki savaşı körüklemekle suçlarken aynı zamanda NATO üyeliğini stratejik konumunu güçlendirmek için kullanmaktadır.
Türkiye’nin hırsları ABD’li politikacılar için karmaşık bir meydan okuma sunuyor. Bir yandan Türkiye kritik bir NATO müttefiki olmaya devam ediyor. Öte yandan Rusya, BRICS ve siyasi İslam’a doğru yönelmesi transatlantik ittifakın temelini oluşturan değerleri ve ilkeleri baltalıyor.
Ankara, geleneksel ittifaklar veya normlarla bağlı olmayan bağımsız bir güç aracısı olarak rolünü yeniden tanımlamaya çalışıyor. Bu, giderek daha iddialı ve öngörülemez bir Türkiye ile nasıl ilişki kurulacağı konusunda zor sorular ortaya çıkarıyor. Orta Doğu’da, hırsları mevcut gerginlikleri daha da kötüleştirebilir. Ankara, kendisini Sünni İslam’ın bir lideri olarak konumlandırarak mezhepsel bölünmeleri derinleştirme ve bölgeyi daha da istikrarsızlaştırma riskiyle karşı karşıya getirebilir.
İdeolojik yayılmayı aynı zamanda aşırılığı körükleyebilir ve istikrarı ve demokratik yönetimi teşvik etme çabalarını baltalayabilir. Ankara, müdahaleci stratejileri ideolojik yayılmayla birleştirerek, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi bölgenin ve “ötesinin” jeopolitik manzarasını yeniden şekillendiriyor.
Türkiye’nin dönüşümü ölçülü bir yanıt gerektiriyor ve uluslararası toplum bunun etkilerini dikkatle değerlendirmeli. Batı ve müttefikleri için Türkiye ile etkileşim kurmak, Ankara’nın değişen dış politikasının ortaya koyduğu zorlukları ele alma çabalarıyla stratejik iş birliğini dengeleyen nüanslı bir yaklaşım gerektirecektir.’’
/ The Jerusalem Post/