Geçenlerde yurt dışında doktora çalışması yapan bir arkadaşımız dergide yayımlanmak üzere bir çeviri yazısı gönderdi. Rojava’da statü peşinde koşan Kürt siyasetini ele alıyordu makale. Kürt siyasetinin Rojava bölgesindeki mücadelesini kadraja alıp, general Mazlum liderliğindeki Rojava Kürtlerinin, İran ve Türkiye ile olan siyasi ilişkilerini ele almıştı. Fakat bir sorun vardı; makale yazarına bakılırsa Carl Schmitt Kürdistan’daydı. Ve bundan ilhamla Schmittyen kuramın dost-düşman doktrini ile “siyasal” ilahiyatı ve bu kuramın kavramsal envanteri, Kürt ulusal hareketinin dinamiklerini anlamak için bir temel sağlayabilirdi. Peki ama Rojava’yı, Kürt davasını anla(t)mak için Carl Schmitt’e, onun teorisine müracaat etmek niye? Faşizm, faşizm tarihinin eli kanlı figürleri, ezilenlere, Kürtlere ilham verir mi? Daha önemlisi Carl Schmitt’i Kürdistan’da ağırlamanın nasıl bir anlamı var?
Öte taraftan bununla paralel şekilde Kürtlerin siyasal kamusunda, “yeni faşizm” unsurlarıyla donatılmış Netanyahu’nun hükümeti ile ittifak söylemleri tartışılıyor. Ortadoğu’daki güncel gelişmeler, siyaseten yeni dizilişleri ve yeni ittifakları mümkün kılıyor. Pek tabi ki bu yeni fırsatlar menüsünde Kürtler de yeni ittifakların peşinden koşuyor. Burada öne çıkan soru/n şu: başta Gazze olmak üzere etnik temizlik gibi, kitlesel cezalandırma ve katliam gibi insanlığa karşı suç işlemiş yarı faşizan rejimlerle Kürtler hiçbir şey olmamış gibi ittifak yapabilir mi?
Esasen bu sorunun bizi getirdiği yer de bir ölçüde aynı, yani Carl Schmitt’in dost-düşman ekseni. O sebeple Schmitt üzerinden konuya bir giriş yapmaya mecburuz.
Bilindiği üzere Carl Schmitt, 1930’ların başında Nazilerin paradigmatik evrenine girdi ve 1985’te ölünceye kadar bu siyasal evrene bağlı kaldı. 1935 yılında Yahudiler için çıkarılan ölüm fermanı niteliğindeki Nurmberg yasalarını özgürlük yasaları diye selamladı. Nazilerin Adalet bakanı olan Freisler gibi o da dominant hukukçulardandı ve o da Freisler gibi yalnızca Führer’in yasalarının değil, niyetlerinin de yasa gibi uygulanmasını istiyordu. Cevval bir anayasa hukukçusuydu, Nazi tarihinin en önemli siyasal olaylarından olan ve yüzden fazla kişinin yargısız infazla katledildiği Uzun Bıçaklar Gecesi operasyonunu Führer Nizamı olarak hukuk kılıfına sokma maharetini göstermişti. Kısa bir dönem partisiyle çelişkiye düşse de Goering’in kalkanıyla akademide kendine yer buldu. Uzun yıllar Nazilerin uyguladığı cari hukuku teorileştirdi veya ırkçı anayasa kuramını Nazileştirdi, Hitler’in baş hukukçusu olarak ün kazandı, yanı sıra Nazilerin saldırgan fetih doktrinini meşrulaştıran görüşler ortaya attı. Savaş sonrası Nazi rejimi yıkılınca o da bir süre toplama kampına alınsa da sonra serbest kaldı ve ölünceye dek fikirlerinden nedamet getirmedi. Peki ama bu müzmin kötücül sicile sahip bir tipolojiyi ve fikirlerini neden Kürdistan’da ağırlamak istiyoruz? Hangi Saikler için?
Şüphe yok ki Schmitt velud bir yazardı (1). Sadece anayasa teorisinin boşluklarını değil, liberalizmin ve parlamenter demokrasinin zaafsal boşluklarını da iyi sezmişti. Nitekim dünyanın an itibariyle içine düştüğü değersizlik girdabını, ta o zaman, bir ölçüde anayasal teorinin, liberalizmin ve parlamenter demokrasinin zaafsal boşluklarını fark etmişti. Mouffe, Agamben ve Negri gibi teorisyenler, sırasıyla demokrasinin, hukukun ve liberalizmin kara deliklerini incelerken, gözlüklerinin üzerinden Schmitt’in yazdıklarına gözlerini diktiler. Mouffe demokrasi teorisinin, Agamben egemen-olağanüstü hal teorisinin köşe taşlarını döşerken onunla kah kavgaya tutuşarak, kah paslaşarak kuramlarını oturttular. Hatta onun kimi noktalardaki fikirlerini yeni solun egemenlik kuramlarını inşa ederken trabzan olarak bile kullandılar. Fakat Nazilerin siyasal ilahiyat tedarikçisinin, yeni teorilere konu edilmesi pek tabi haklı ve ciddi eleştirilere de konu oldu(2).
Schmitt kimilerince nasyonal sosyalizmin bir peygamberiydi, kendisi de 1947 yılında yazdığı bir metinde kendisini “biçare bir hristiyan Epimetheus” olarak tanımlamıştı. Bildiğimiz üzere Yunan mitolojisinde Epimetheus, bir şeyi düşünmeden yapmasıyla ya da bir şeyi yaptıktan sonra onun üstüne düşünmesiyle namlı bir titandı. Elbette bir şeyi düşünmeden yapan birisi değildi, zaten bu metni Hitler’in çöküşünün ardından hapishanede kaleme almıştı. Her şeyi teraziye uygun tartarak düşünmüştü, öyle ki Hitler’in gözüne girmek için daha önceki metinlerinde Marx veya Lukacs’a verdiği referansları silecek kadar “düşünmeyi” bilen biriydi. Hatta ötesi de vardı: 1933’te verdiği bir konferansta, “bir kişinin iradesini izlemenin de bir nomos olduğunu” söyleyen Herakleitos’a referansla “Hitler’in iradesinin, Alman Halkının nomos’u” olduğunu öne sürmüştü. Bütün bunlara rağmen savaş sonrasında kendisini sorgulayan bir Rus subaya savunmasını şöyle yapmıştı: “Nazi bakterisinden içtim ama etkilenmedim”(3).
Bütün bu söylenenler ekseninde şu soru sorulabilir. İkinci dünya savaşından sonra yeni sol akımları dahil bir çok fikir çevresinin öyle ya da böyle kendisinden ilham aldığı bir teorisyenden, ezilenler neden ilham almasın? Ya da Schmitt gibi kişiler ezilenlerin teorisinin hangi kapısından içeri sokulabilir? Bu kişileri hangi sıfatla Kürdistan’da ağırlayacağız?
Şöyle: ezilen halkların tarihsel teorisinde dost-düşman kategorisi yerine, çoğunlukla ezen-ezilen, egemen-ezilen kategorisi kabul edilir. Fiziksel savaşın en yoğun olduğu zamanlarda dost-düşman kalıbı kullanılsa da burada bahsedilen dost-düşman blokunun, Carl Schmitt’in ırkçı egemen kataloguyla en ufak bir bağlantısı yok. Bağlamlar, tanımlar, muhtevalar tamamen farklı olduğu için de Schmitt’e atıfla ezilen halkların dost veya düşmanını tanımlamak birçok açıdan problem doğuracağı için özellikle sakıncalı. En başta ezilenlerin mücadelesinin insanlıkla, hümanizmle bağlantıları arıza verir, enternasyonel duruş ve mesajları yara alır, özcülük bir meta anlatı haline gelerek, bütün çoğulcu bağlantıları bloke eder. İkincisi ve en az bunun kadar önemli olan şey ise ezilenlerin kendi içindeki otorite yapılanmasını provake eder, bizden olan bir diktatörlüğün ya da aşırı otoriterizmin önü ardına kadar açılır, böylelikle ezilen demokrasisini yalnızca bir ihtimal derekesine indirir. Dolayısıyla Schmittyen bir okumayla dost-düşman siyasetinin ezilen siyasetine tahvil edilmesi hem ideolojik hem örgütsel olarak ezilen siyasetini ters yüz eder. Bu tarz bir okumanın doğal sonucu olarak egemenlik yeniden tanımlanır, kadın özgürlüğü meselesi, çoğulcu demokrasi meselesi, ezilen sınıf meselesi açık bir şekilde bundan etkilenir ve varacağımız yer “Kürdün Kürd’ten başka dostu yoktur” mefkuresi olur.
Öbür yandan Schmittyen dost-düşman ayrımı Avrupa içi bir imalattır, beyaz adam ve devletinin siyasal birliği için kritik önemdedir. Bu teorinin ezilen mücadelesine olduğu gibi ithali vahim sonuçlar doğuracaktır. Başka bir ifadeyle siyasal rakiplerin, iç düşman ilan edilmesi şüphe yok ki ezilen demokrasisinin zemini havaya uçurur, Kürtlerin çoğulcu birliğini imkansız bir vasata mahkum eder. Eğer birlik siyasetini önemsiyorsak da Schmitt’ten uzak durmak son derece kritik.
Belki şöyle bir ayrımı tartışmak daha anlamlı olabilir. Schmitt’yen teori, Kürtler gibi ezilen halkları ezen rejimleri anlamak ve onun işleyiş mantığını çözmek için iş görebilir. Sözgelimi Türkiye, İran, Irak, Suriye rejimlerinin egemenlik biçimlerini, dost-düşman siyaset tarzlarını, faşizmle akrabalıklarını, olağanüstü hal rejimlerini ve siyasi ilahiyatlarını anlamak ve hatta ifşa etmek için Schmitt’in teorileri iş görebilir. Kabul; görür de.
Bütün bunlarla birlikte şu da bir gerçek ki dünya yepyeni bir döneme girmiş bulunuyor. Bildiğimiz haliyle sadece demokratik değerlerin değil, insan hakları felsefesinin de sonuna gelmiş bulunuyoruz. Dünya yeniden gücün tayin edici cazibesini keşfediyor. Güç bir kez daha hak olanı geriletmiş bulunuyor, güç bir kez daha hakkı tayin ediyor ve güçlü olanın haklı olduğu bir dönemi mükerreren yaşıyoruz. Bu sebeple değişik kesimlerin bu cezzar nazi hukukçusunu hatırlayıp ona başvurmasında şaşırtıcı bir şey yok. Şaşırtıcı olan şey, ezilen kesimlerin faşist unsurların cazibesine kapılması.
Dünyanın üzerine yeniden faşizmin karanlık bulutları çöküyor. Nazizm koşullarındaki faşizmin ayak seslerini giderek daha yakından duyduğumuz şu günlerde, Nazizm tarihinin namlı bir düşünürünü Kürdistan’a davet etmek, basit bir talihsizliğin ötesinde anlamlara sahiptir. Bize faşizmin peçesini kaldıracak bir tarih teorisi lazım derken Benjamin şüphesiz haklıydı. Ancak bu yetmez sadece faşizmin peçesini kaldıracak bir tarih teorisi bize yetmiyor, bununla aynı anda kolonyalizm peçesini kaldıracak bir tarih teorisi yazımını da inşa edebilmeliyiz. Faşizmin peçesine tutunarak ezilen mücadelesi verilemez, anti kolonyal mücadele hiç verilemez. Kürt okumuşları ve siyasetleri epey süreden bir yana kendini öngörü sahibi, feraset maliki, ateşi (bilgiyi) zalim tanrılardan çalarak insanlığa katkı sunan Prometheus ile özdeşleştirir/di. Şimdilerde yavaştan bu pozisyonun terki ile bunun tam tersi istikamette olan Epimetheus’lara, Nazilerin karanlık Epimetheus’larına selam verilmesi, düşünmeden yapmayı salık vermesi, faşist unsurların cezp ediciliğine kapılması alarm verici bir gelişme.
Bu bahiste olmak kaydıyla girişte bahsedildiği üzere ezilenler sadece ideolojik referanslara değil, ittifak siyasetlerine karşı da müteyakkız olmalı. Tıpkı başka halklar gibi Kürtler de kendi özgürlükleri için herkesle ittifak ve dayanışma gösterebilir. Ancak eli kanlı olan, etnik temizlik siyasetleri güden, kitlesel temizlik organizasyonları yapan rejimlere karşı işbirliği yapmak ezilen halkların geleneğiyle bağdaşmaz. Elbette Kürtlerin etrafı ateş çemberi rejimlerle çevrili, ancak yine de kimse kötü olanı emsal gösterip daha kötü olana meyli teorize etmemeli. Kanlı bir bez parçası ile temizlik yapılamaz zira. Daha açık konuşmak gerekirse Yahudiler de tıpkı Kürtler gibi öteden beri ezilen bir gelenekten geliyor. Eski Ahit metinlerinde bu her iki halkın zor dönemlerinde birbiriyle dayanıştıklarına dair tarihsel hikayeler de biliniyor. Bu sebeple Kürtler ile Yahudilerin dayanışması ve işbirliği yapması olağan bir hikaye. Ancak aktüel gelişmelerin penceresinden baktığımızda Gazze’nin etnik temizlik kodlarında yerle bir edilmesi, Filistin halkının faşizan diskurlarla, egemenin aşırı şiddetine maruz bırakılması ortadayken, faşizm kodlarındaki bir rejimle işbirliği ya da ittifak yapmayı düşünmek ezilenlerin tarihsel geleneğiyle bağdaşmaz. Kürtler sadece ezilen Yahudi halkıyla değil, ezilen Filistin halkıyla da aynı anda dayanışmayı gösterecek bir siyasi yaratıcılığı inşa etmesi gerek. Zaten işin iyi tarafından bakıldığında, sosyal medya gurularımızın aksine Kürt siyasi otoritelerin sorumlu ve rasyonel davranacaklarına dair mesajlar vermesi umut verici.
Hülasa kendisi de Nazilerin soykırım şiddetine maruz kalan Paul Celan bir şiirinde “duydum ki balta çiçek açmış /…/ duydum ki, o yere bakan ekmek / asılan adamı iyileştirirmiş” şeklinde soykırımdan arta kalan yaşamı estetize ediyordu. Ancak gerçek şu ki, pek tabi ki baltanın sapı çiçek açar, ama keskin demir tarafı yani faşizan unsurlar çiçek açmaz, hatta açan çiçekleri kökünden söküp atar. Ve daha önemlisi Celan’ın hayatıyla deneyimlediği üzere Schmittgiller gibi faşizm fırınında pişen ekmek, asılan adamı iyileştirmez, adım adım helak olmaya götürür.
1- Onun düşüncelerinin geniş bir analizi için bkz: https://plato.stanford.edu/entries/schmitt/
2-Scmitt’in sol düşünceye kabul edilmesine set çeken bir düşünce için bkz: https://jacobin.com/2022/09/carl-schmitt-nazi-jurist-political-philosophy
3- Hayatıyla ilgili daha çok bilgi için bknz: chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/viewer.html?pdfurl=https%3A%2F%2Fdergipark.org.tr%2Ftr%2Fdownload%2Farticlefile%2F697098&tabId=916604087&chunk=true&pdffilename=H__ristiyan%20Epimetheus:%20Bir%20Carl%20Schmitt%20Biyografisi[#555076]-697098.pdf