Çomak 30 yıllık bir esaretin ardından özgürlüğüne kavuştu. Ancak ne etkinlikler ne de insanlar bir türlü peşini bırakmadı. Bir süre kendiyle baş başa kalması daha sağlıklı olabilirdi onun için. Habire konuşma, bir şeyler anlatma mecburiyeti onun da yanlış cümleler kurmasına sebep olabilir. Düşünsenize 3 aydır hapisten çıkmışsınız ve bir dakika boşluğunuz yok. Söyleşiler, röportajlar, imza günleri… Çomak’ın yüzünde bir hüzün okunuyor. Bu hüzün çok uzun bir ömrü kaybetmiş olmanın yanında, nefes alamayan bir resim çıkartıyor ortaya. Benim gördüğüm bu en azından.
Asıl bahsetmek istediğim konu bu değil. Rojhat Turgut’un Çomak’la yaptığı son söyleşi üzerine gelen eleştiri, tepki ve hakaretler üzerine düşünürken, bugün okuduğum bir yazı beni bu yazıyı yazmaya itti. Daha doğrusu okuduğum yazı beni öfkelendirdi.
“Gerçek Karanlığa Hoş Geldin İlhan Sami Çomak” başlıklı Ahmet Karadağ’ın bu yazısı bir fikre sahip değil. Karadağ üstten bir bakışla (sürekli dile getirdiği KHK’lı olması ve yanlış hatırlamıyorsam kendisinin de bir süre hapis yatmasının getirdiği bir ‘bende bedel ödedim’ özgüveniyle), anlamsız bir şova dönüştürmek amacıyla yazıyor. Meselesi kesinlikle Çomak değil.
Yazının başlığı bile insanı rahatsız eden türden. Burada büyük yazarların dediği “yazmak rahatsızlık vermektir” anlamını taşıyan bir rahatsızlıktan bahsetmiyorum. Vasatlığın ve mağduriyet pornografisinin rahatsızlığı bu.
Çomak’ın son söyleşisinde dile getirdiği, “Ben tercihen Türkçe konuşmuş biri değilim. Dayak yiye yiye Türkçe öğrendim ama bu benimle de sınırlı değil. Bu bir sistem sorunu. Türkiye’deki politik durumla, muktedirlerin Türkiye’yi yönetme biçimiyle ilgili bir sorun.” cümleleri bir hakikati ortaya koyarken, “Ben Türkçe yazmayı seviyorum. Böyle bir durum da var. Türkçe ifade etmek, yazmak, Türkçenin kendisi benim hoşuma gidiyor.” ifadesi, az önceki hakikati bağlamından koparıyor. Buradaki meseleyi Karadağ çok sığ bir şekilde ele aldığı için yazısında “Sen bedelini peşin peşin ödeyerek, bütün gençliğini, umudunu, aşkını vererek, anacığından tam otuz küsur ayrı kalarak hayata karşı borcunu ödedin. Artık bütün diller senin dilindir. Hangi dilde yazarsan yaz, hangi dilde konuşursan konuş o İlhan Sami’nin dilidir, şiirin dilidir.” diyerek bir anlamsız bir argümanla altını doldurmaya çalışıyor.
Tabii ki herkes istediği dilde yazar. Şu an bende okulda öğrendiğim anadilim olmayan Türkçe ile yazıyorum. Bu derdimizi anlatmamız için gerekiyor. Buna mecbur kaldık ama bu mecburiyeti bir mücadele aracına dönüştürmek için çabalıyoruz. Lakin dayak yiye yiye öğrenilen bu dilden aşkla bahsetmek bir şeyleri kaçırdığını gösteriyor. 30 yıl esir olması, onun her şeyi çözdüğü anlamına gelmez. Her şeyi doğru analiz edip, dile getireceğini de göstermez. Böyle bir şey beklemek Çomak’a da hakaret olur. Kendisi inandığı bir mücadeleye girip, haksız yere 30 yılını vermiş ve bu 30 senede de dimdik durmuş, edebiyatıyla zindan duvarlarını parçalamış onurlu bir insandır. Ama zaten halkı için mücadele veren tüm siyasi tutuklular da aynı haksızlığı yaşamıyorlar mı? Hepsi Çomak gibi haksız yere esirler. Bir fıkrada dendiği gibi, haklı yere olsaydı daha mı iyiydi?
Hiçbir dile düşman değiliz ki bu aptalca olurdu. Sadece bir hakikati gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu dil üzerimize farz edilen bir dil. Bizi aşağılamak için kullanılan ve dilimizi unutmamız için bize zorla öğretilen bir dil. Özgür değilken bu dille kurduğumuz ilişkinin nasıl bir ilişki olduğunu daha iyi çözümlememiz ve ona göre bir yere yerleştirmemiz lazım. Bize farz edilen bu dille yine onlarda bir yara bırakmamız lazım. Bu dille sömürgelerine bir delik açmamız lazım. Çomak zindanın ve zulmün üzerindeki etkisini dile getirmesi açısından cesurca bir açıklama yapmış olsa da, Türkçeyle olan ilişkisini daha farklı açıklayamaz mıydı? Cümleler, söylemler her şeydir. Bir hakikat cümlelerle inşa edilir. Yine kötülük de cümlelerle kurulur.
Bu kapitalizmin hümanizm tuzağına düşmekle eşdeğerdir. İşkenceciniz de sizin gibi bir insan olduğu için onu sevmeye devam edebilir miyiz? Aynı şey değil gibi gelse de aslında bunlar aynı şeydir. Bu dayak yiye yiye öğrendiğin dili şimdi sevdiğini söylemek, zevkle bahsetmek biraz da “iyi ki dayak yemişiz” anlamını doğuruyor. Bunu görmezden gelmeye çalışmanın hiçbir anlamı yok.
Karadağ’ın yazısı o kadar vasat ki, nereden tutsam elimde kalıyor. “Ah isterdim ki kendini hiç savunmasaydın. Vursalardı sana, tükürselerdi yüzüne. Tıpkı sana işkence edilirken yaptığın gibi çömelerek rahimdeki bebek pozisyonunu alıp, gelecek darbelere, hakaretlere, küfürlere karşı elini başınla koruyup bu saldırın geçmesini bekleseydin. Çünkü onlar laftan anlamazlar sevgili İlhan Sami Çomak, onlar sadece linç etmeyi, sövmeyi tükürmeyi bilir.” Burada ne yapıyor Karadağ? Edebiyat mı? Ne anlatıyor? Travmaya dönüşmüş olabilecek şeyleri bu vasat dille, bu düşük üslupla böyle nasıl rahatlıkla dile getirebiliyor? Onlar kim? Sen kimsin Karadağ? Bu vasat yazı ve dil üzerine daha çok şey söyleye bilirim ancak son bir örnek verip, konuyu kapatacağım.
Orwell’in 1984 adlı romanını hepimiz okumuşuzdur. Winston Smith, büyük biradere karşı hep mücadele içerisindedir. Büyük Birader ve Parti’nin baskılarına karşı isyan eder. Direniş sergiler ancak romanın sonunda Winston Smith psikolojik işkence ve beyin yıkama sürecinden geçirilir. Bu işkenceler sonucunda Parti ideolojisini ve Büyük Birader’in haklılığını kabul eder. Büyük Birader’i sonlara doğru sevdiğini düşünmeye başlar. Bu Parti’nin eylemleri değil, düşünceleri ve inançları da nasıl yönettiğini simgeleyen önemli bir ayrıntıdır. Bireysel özgürlüğün kaybını bize gösterir. Büyük direnişin sonucu hüsran ve kayıptır.
Çomak’ın Büyük Birader’i ve Parti’yi sevdiğini söylemiyorum. Ama o onların dilini sevdiğini kendisi söylüyor.