🔴 Gazetecileri hedef almak, yalnızca bedenlerini değil, hakikati de öldürür. Bazı uluslararası hukuk ve basın örgütleri, bu cinayetler karşısında neden sessiz?
Dilsizlerin tarihi, dilsizlerin edebiyatı, dilsizlerin basını… Günümüzde yankılanan bu kavramlar, kutsal kitaplara bile konu olmuş, “Dilsiz şeytanlar” hadisiyle Hz. Muhammed tarafından vurgulanmış, tarihsel kökleri derin bir sorundur. Zulüm, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir sebeple kendini yaşatacaktır; bu, insanlığın kaçınılmaz gerçekliğidir. Ancak insan, zulme karşı sessiz kalmamakla, başkasının uğradığı haksızlığa karşı tavır almakla yükümlüdür—hem yazılı hem de yazısız yasalarla.
Uluslararası birçok oluşum, dezavantajlı gruplarla dayanışma göstermiş, insan hakkı ihlalleri karşısında kamuoyu oluşturmuştur. Fakat bugün, sınırların yeniden dizayn edildiği, ticaret yollarının değiştiği bu yeni dünya düzeninde, yalnızca devletler değil; bir kısım uluslararası kurumlar ve Türkiye’deki meslek örgütleri de suskun. Ve bu dilsizlik kabul edilemez.
SESSİZLİK KURŞUNDAN AĞIRDIR
Savaş meydanlarında yalnızca bombalar patlamıyor; kelimeler de susturuluyor, gerçek de infaz ediliyor. Bir gazetecinin öldürülmesi, yalnızca bir bedeni değil, hakikatin aynasını da paramparça eder. Kan, mürekkebe karışır; gerçek, toprağa gömülür.
Bu coğrafyada yıllardır gazeteciler öldürülüyor. Apê Musa, Cengiz Altun, Hrant Dink, Erol Akgün, Ferhat Tepe, Metin Göktepe, Nazım Babaoğlu… Katlediliş biçimleri farklı olsa da kaderleri aynıydı: Kaçırıldılar, işkenceyle öldürüldüler, kurşunların hedefi oldular. Onları susturan yalnızca silahlar değildi; sessizlik de bir suç ortağıydı.
Çünkü sessizlik, kurşundan çok daha ağırdır.
Bugün gazetecileri öldüren yeni bir metot geliştirildi…: Gülistan Tara, Hêro Bahadîn, Nazım Daştan, Cihan Bilgin, Aziz Köylüoğlu… ve şimdi de Egîd Roj. Bu isimleri buraya kazıyorum; çünkü unutuldukça bir kez daha öldürülüyorlar.
Unutmak da öldürmektir.
Ama burada yalnızca tetiği çekenler suçlu değil. Bu cinayetlere sessiz kalanlar da tarihin karanlık sayfalarına adlarını yazdırıyor.
KUŞLAR
Arzu odur ki, gökyüzü barış güvercinleriyle süzülsün, umut sarı kuytulardan fışkırsın, zeytin dalı ise her zirveye bir yaşam umudu gibi dokunsun. Lakin bu topraklar, zalimce bir şekilde hep kanla, gözyaşıyla sulanmış; her yeni gün, bir başka acının sesiyle uyanır. Ne zaman barış gelip huzurla dolacak bu topraklar, bilinmez. Ama her gün, her an, bir başka feryat yükselir.
2022’de Federe Kürdistan Bölgesinde bir düğün alayını vurulmuştu, hatırlayın. Gelinin duvağına bulaşan kanı, elindeki şekerle yerde yatan çocuğun masumiyetini hatırlayın. Uluslararası medya bu haberi yalnızca birkaç cümleyle geçiştirdi: “Yanlış hedef.” Artık bir savaş suçu, sadece bir “teknik hata” ile örtbas ediliyordu.
Ama tarih boyunca “yanlışlıkla” öldürülen gazeteciler hep vardı. Shireen Abu Akleh, 2022’de İsrail güçleri tarafından başından vurularak öldürüldü. Olay kameraya kaydedildi, tanıklar vardı. Peki sonuç? Uluslararası toplum sadece kınamakla yetindi.
Peki ya Cemal Kaşıkçı? 2018’de bir konsolosluk binasında boğulup, bedeni parçalara ayrıldığında dünya birkaç günlüğüne ayağa kalktı. Bir hafta geçmeden tepkiler kısıldı. Sonra? Diplomasi ağır bastı. Cinayet dosyası kapandı. Adalet, ekonomik anlaşmaların ve siyasi pazarlıkların arasında kayboldu.
Bugün öldürülen Kürt gazetecilerin adını bile anmayanlar, hangi vicdanla basın özgürlüğünden bahsedebilir?
HUKUK MU?…!
Savaşın bile kuralları vardır. Cenevre Sözleşmeleri, gazetecileri sivil olarak tanımlar ve doğrudan hedef alınmalarını savaş suçu sayar. Peki, bu hukuk kimler için geçerli?
Ukrayna’da öldürülen bir gazeteci dünya basınında günlerce yer bulurken, Kürt, Filistinli ya da Afrikalı bir gazetecinin öldürülmesi neden yalnızca birkaç satırla geçiştirilir?
Çünkü bazı ölümler daha görünürdür, bazı adaletler daha erişilebilirdir.
Adalet, yalnızca kimin öldürüleceğine değil, kimin unutulacağına karar verir.
Uluslararası hukukun sessizliği, katillerin en büyük cephanesidir. Eğer hukuk yalnızca büyük devletlerin menfaatleri doğrultusunda işletiliyorsa, ona gerçekten hukuk denebilir mi?
VİCDANIN KURŞUNA DİZİLDİĞİ YER
Gazetecilerin katledilmesi, yalnızca bir bedenin toprağa düşmesi değildir. Bu, aynı zamanda bir mesleğin yok edilmesi, bir gerçeğin tarihten silinmesi demektir.
Bugün Türkiye’de gazetecilik, sadece kalem tutmayı değil, mezar kazmayı da öğretir. Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye’nin sıralaması uçurumdan aşağı yuvarlanan bir otomobil gibi hızla düşerken, gazetecilerin mezar taşlarının sayısı artıyor. Bir ülkede gazeteciler ya hapistedir ya da toprağın altında.
Bu noktada George Orwell’in şu sözü hatırlanmalı:
“Gazetecilik, birilerinin yayımlanmasını istemediği şeyleri yazmaktır. Geri kalanı halkla ilişkilerdir.”
Bir ülkede hakikati yazanlar öldürülüyorsa, geri kalanlar yalnızca propaganda memurlarıdır.
ULUSLARARASI HUKUKUN KÖR ADALETİ
Bütün bu gazeteci cinayetleri karşısında uluslararası hukuk ne yapıyor? UNESCO, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Birleşmiş Milletler… Kaç kere kınadılar? Kaç kere gerçek bir soruşturma açıldı?
Gerçek şu ki adalet, güç dengeleri içinde eriyor. Bir yerde gazeteciler öldürülürken, başka bir yerde ekonomik anlaşmalar imzalanıyor. Adalet, pazarlık masalarında diplomasiye batırılıyor.
Uluslararası örgütler gerçekten gazetecileri korumak istiyorsa, yalnızca bildiriler yayımlamakla yetinmemeli. Suçluların yargılanmasını talep etmeli, cezasızlık kültürüne son vermeliler. Çünkü cezasızlık, yeni cinayetlerin yolunu açan en büyük silahtır.
HAKİKATİ İNFAZ EDENLER
Bir gazetecinin öldürülmesi tek bir ölüm değildir; her bir suskunluk, onu bir kez daha öldürür.
Eğer bugün bu cinayetler cezasız kalıyorsa, bu yalnızca gazetecilerin değil, hakikatin de infazıdır.
Tarih, unutulanlarla değil, hatırlananlarla yazılır.
Bir gazeteci iki kez öldürülür: Önce tetiği çekenler, sonra susanlar tarafından.
Ve unutmayalım: Suskunluk, her zaman kurşundan daha öldürücüdür.
YA NASIL?
Uluslararası hukuk, adalet mücadelesi yalnızca kelimelerle değil, cesaretle, kararlılıkla yazılmalı.
Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ), Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF), Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), Freedom House, Avrupa Basın ve Medya Özgürlüğü Merkezi (ECPMF), Avrupa Gazeteciler Federasyonu (EFJ), Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ)… ve Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Gazeteciler Cemiyeti (GC)…
Bu kurumlar, doğrunun izini süren kalemlerin, karanlıkta kaybolmasına engel olmalı. Sesleri, tüm dünyayı sarmalı, hakikatin büstü olmalı, her bir harf, bir vicdanın uyanışı gibi duyulmalı.
Onların duyarlılığı, gözlerimizin önünde solan adaletin son nefesini geri getirebilir; bir gazetecinin nefesiyle, bir halkın haykırışıyla yeniden nefes aldırabilir.
Bu güç, gerçeğin izinde ilerlemek olmalı: Baskılara boyun eğmeden, tüm karanlıkların ardındaki ışığı keşfederek, dünyanın dört bir yanındaki kulakları, gözleri o ışığa çevirmeli.
/Bu yazı Gazete Duvar’dan alınmıştır/