Dünyada bir ilk olma örneğini taşımaya aday bir sürecin içindeyiz. Öznesiyiz ama özne olmanın belirleyiciliği yerine sürecin nesnesi olmaya doğru gidiyoruz. Ateşkes, barış ve ardından çözüme giden süreçler, bilinen aşamaları izlemiştir. Taraflar gizli olarak aracılar veya direkt kurulan bağlantılarla görüşmeye başlarlar. Niyetlere karşılık atılan adımlarla tatmin edici bir noktaya ulaştıklarında ilan edilen görüşmeler akademisyenler, politikacılar, medya çalışanları, sivil toplum kuruluşları gibi katılımcıların bir araya gelmesiyle bir çalışma grubu oluşturulur ve bu grup her iki tarafın taleplerinin asgari ölçüde karşılanacağı bir program dahilinde çalışmalara başlar.
İlk adım olarak karşılıklı ateşkes ilan edilir, şiddet tekelini elinde bulunduran devletin tutsak ettiği direnişçiler ve siviller özgür bırakılır. Daha sonra sürece uygun olarak bir anayasa hazırlanır, savaş sürecinde savaş suçu işleyenler yargılanır, gerekli cezalara çarptırılır. Ve silahların susmasından sonra savaşçıların can güvenliği kesin olarak sağlanır. Toplumsal kitleler yeni dönemi yeni bir dille karşılarlar. Bu dil, medyadan eğitime kadar uzanan geniş bir yelpazeye sahip olur.
Kabaca kabul edilen bu noktaların hangisi bizim gerçekliğimize uyuyor diye baktığımızda sadece PKK’nin ateşkes ilan etmesini, meşru savunma düzeyinde kalarak askeri saldırılar düzenlememesini gösterebiliriz. Elbette bir bütün olarak Kürtlerin kullandığı dil, sürecin ilerlemesi için yapıcı emek harcanmasını da eklememiz gerekir. Peki Türk devletine dönüp baktığımızda ne görüyoruz? Koskoca bir hiç. Sürekli “silah bırakın, teslim olun ve hiçbir talepte bulunmayın” dışında bir gerçeklik yok elimizde. Medyaya sızdırılan tek tük haberlerin de temenni düzeyinden ileri gitmediğini de görüyoruz. Sayın Öcalan sorumluluğu üstüne alarak hem PKK’ye, hem de Kürt ve Türk halklarına bir çağrıda bulundu. Bu çağrıya siyasi ve askeri olarak Kürtler tarafından büyük bir oranda olumlu karşılık verildi ancak Türk toplumu tarafından neredeyse ne görüldü, ne de duyuldu. Temel olarak Türk toplumunun hazırlanması Türk devletinin sorumluluğunda olmasına rağmen, bunun sorumluluğunu da sayın Öcalan üstüne aldı. Ancak kendisinin tecridi devam ediyor ve çalışma koşulları istediği gibi düzenlenmedi.
Tutsaklara bakınca bir yandan tutuklamalar ağır cezalar devam ederken diğer yandan ömrünü zindanda geçirmiş olanların tahliyesi binbir gerekçe üretilerek engelleniyor. Medya savunma alanlarına düzenlenen saldırılar aralıksız devam ediyor. Yani “sayın Öcalan’ın çağrısına karşılık devlet ne yapıyor’?” Diye sorulduğunda cevap olarak “koskoca bir hiç” diyebiliriz. Üstüne üstlük ne olup bittiğinden de haberimiz olmayınca, halka doyurucu bir açıklama yapılmayınca doğal olarak kuşkular ve güvensizlikler daha çok dile getiriliyor. Bir an için sayın Öcalan’ın koşullarında kısmi düzelme olduğunu varsaysak bile, bunun yasal karşılığı olmadığı için her an geri alınacak bir düzelme olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Özcesi ortada söylemler dışında kitlelere de açıklanan bir gerçeklik bulunmuyor. Bu söylemlerin de iyilik temennisi İmralı heyetine, tehdit açıklaması da devlete ait.
Bir iki ay içinde her şeyin netliğe kavuşacağına ilişkin sızdırılan söylemleri doğru kabul etsek bile bu illegalitenin açıklanan gerekçesi kitleleri tatmin edemedi. Pratik olarak işleyen bu sürecin nasıl bir karşılık bulacağını zaman gösterecek. Uluslararasılaşan bu sorunun sadece Kürtler ve Türkler tarafından çözülebileceğine inanmak aşırı bir iyiniyet belirtisidir. Başta ABD olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinin yapılan açıklamalarına baktığımızda desteklendiğini görüyoruz. Bu demektir ki, onay verilen bir başlangıç yapıldı ve ne kadar inkar etseler bile Türk devletinin de bazı adımlar atacağının gerçekliğidir. Ancak tarihsel olarak Türk devleti uzun bir geçmişin de mirasçısı olma özelliğini koruyor.
Orta Doğu gibi bir coğrafyada değil günlük, anlık bile değişen politikaların, anlaşma sağlanana kadar söz vermenin ve pençelerini geri çekmenin daha sonra da hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam etmenin temel politik adımlarını uygulamanın hünerini ellerinde bulunduruyorlar. Cevaplanmayan bir soru anahtar görevini görüyor. Kürtlerle yapılacak bir barışın atılması gereken adımlarını atacaklar mı? Ana dil eğitimi ve öz yönetim hakkı sağlanacak mı? Bu iki sorunun cevabını henüz bilmiyoruz. Netliğe kavuşması gereken bu sorular adeta bir yol haritasının deşifresidir.
Orta Doğu’da taşlar henüz yerine oturmadı. Suriye ve Irak belirsizliğini koruyor. İran üzerindeki kuşatma her geçen gün artıyor. Kürtlerin önüne yeni politik seçenekler düşüyor. Bir şekilde kendimize ait bir yönetim bayrağı altında yaşayacaksak, ana dilimizde eğitim göreceksek ve kendi güvenlik yapımız olacaksa neden başka bir bayrak, eğitim ve güvenliğe ihtiyaç duyalım, neden her halkın sahip olduğu haklardan vazgeçelim?
Belki henüz devletin ne adım atacağını bilmediğimizden konuşmak ve yazmak için erken diyebiliriz. 1917 Devrimi için Lenin’in sözünü anımsayarak bitireyim: “ Dün çok erkendi, yarın çok geç bugün tam zamanı.”