Savaş Ergül: Seyit Rıza’nın Derdi

GenelGündem

”Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun.”

Seyit Rıza’nın bu sözleri ne zaman, tam olarak kime, bir soruya cevaben mi söylediğine ya da gayr-i ihtiyari mi telaffuz ettiğine ve hangi dilde söylediğine dair bir fikrim yok. Belki bu sözler başka bir zamanda yenilmiş başka bir isyancı tarafından söylendi ve Dersim katliamından sonra Seyit Rıza’ya atfedildi. Kimi zaman, tarihsel bir figürün/direnişçinin sözlerinin ve jestlerinin başka bir direnişçide yeniden vücut bulduğu görülür. Bu belirsizliği ve bilgi eksikliğini gidermek için bir araştırma yapmadım. Dahası bu yazının derdi için bu bilgiler pek önemli değil. Dert edindiğimiz şey, Seyit Rıza’nın kendine dert edindiği şeyi ve onun aracılığıyla kendi öznel siyasal varoluşumuzu düşünmek.

Savaş Ergül Kürd Araştırmaları Dergisi için yazdı:

Kürt siyasetinin önde gelen figürlerinden birinin, bir sanatçının ya da sosyal medyada birinin bu sözleri telaffuz ettiğini veya ona referans verdiğini duyar ve okuruz.

Seyit Rıza’nın dilinde bir katliamın ertesindeki trajik bir durumu ve gerçekliği resmeden bu sözler, güncel Kürt siyasal kamusunda maalesef bir yetersizliği ve ergin olmamayı ifade eder. Neredeyse 90 yıl sonra hala bu sözleri telaffuz etmek, daha doğrusu derdin kendisine çare bulmadan telaffuz etmek, çaresizliğin ötesinde utanılacak bir şey olmalı: boş bir tarihin içinde askıda kaldığımızı gösterir. Hadi kamunun hasbelkader üyesi olanları bir tarafa bırakalım, bir siyasetçi, siyaset üzerine mesaide bulunan biri veya bir yazar bu sözleri yinelediğinde, bize kalan yalnızca utanç olabilir. Neden bu denli katı ve yargılayıcıyı bir ifade öne sürülüyor? Bu sözleri tekrar etmekte veya bir durumu betimlemek için kullanmakta nasıl bir sakınca ve sorun olabilir ki? Hele bir de bir hakikati ifade ediyorsa. Şöyle ki, eğer tekrarımızda kendini tekrar eden şey aynı yazgı ve yer ise, 90 yıl sonra hala aynı şeyden şikayetçi ve mustaripsek, bu sözleri anlamaktan pek uzak sayılırız. Dahası iyi mirasçılar değiliz demek ki! Bu sözlerin mirasçısı veya mirasçıları olarak bizler, demek ki hala neyi miras olarak aldığımızı kavramaktan büsbütün uzağız.

Burada Seyit Rıza’nın bu sözleri vesilesiyle hem güncel siyasal varoluşumuzu hem de “tehlike ve çarenin’’ aynı anda ortaya çıktığı siyasal konjonktürü düşünmeye çalışacağız. Önce Seyit Rıza’nın sözlerine dair biçimsel ve teknik bir yerden başlayalım. Sözlükler dert için, “bela, musibet, ıstırap, ağrı, acı ve hastalık” gibi karşılıklar öneriyorlar. Dikkat edilirse, cümlede bir paylaşma düzenini belirten iki dert ve iki özne var: onun derdi olarak ben (aslında biz olan bir ben ya da Kürtler, Aleviler, belki de sadece ve tam adıyla Dersimli Kürt Aleviler) ve onların derdi olarak sizler (Türkler, devlet ya da özel olarak katliamı icra eden askerler). Onların derdi süregelen isyan hali, bir türlü bitmeyen isyan ve Türklük içinde asimile edilemeyen Kürt toplumu: bu derde bir ilaç bulmaları gerekiyor, bu nedenle durmaksızın ve her seferinde yoğunluğunu ve yaygınlığını çoğaltarak şiddet ilacına başvuruyorlar. Elbette bu tek ilaç değil; her seferinde “hile ve yalanlar” da bu şiddete eşlik ediyor.

Fransız filozof Derrida’nın zehir ve derman anlamına gelen ilaç (pharmakon) benzetmesine uyarak söylersek, onlara derman olan şey bize zehir olarak sirayet eder ya da tam tersi. Her ilaç çeşitli koşullara bağlı olarak belirli bir ölçüde dermanı ve zehri içerir. Dert bu olduğuna göre, devletin asli ilacı, zehir veya derman olarak daima Kürt kolektif varoluşunu ve onun siyasal gücünü çözmeyi ve ayakları üzerinde durabilecek isyanına diz çöktürmeyi hedef ediniyor, edinecektir. Öyleyse, farklı anlamları ve bağlamları içeren dertlerden söz ediyoruz. Pharmakon, burada her “ilaç ve zehrini” farklı öznelere bölüştürerek sunuyor. Derdin bize ait olan kısmına gelelim. Her hakiki siyasal moment bir ben öznesini kolektif bir biz öznesine dönüştürür. Eğer bu anı siyasal olarak nitelendireceksek, Seyit Rıza’nın ben dediği özneyi biz olarak düşünmemiz gerekir. Seyit Rıza’nın (iyi kötü mirasçıları olarak bizlerin) derdi de ikiye bölünür: öznenin -in hali özne (subjective genetive) ve nesnenin -in hali (objective genitive). Başka bir deyişle, Seyit Rıza’nın var edip onların derdi kıldığı şeyle; ona musallat olan, maruz kaldığı ve başa çıkamadığı dert arasında bir ayırım var. Demek ki hem özneyi hem de derdi bölen bir işlem var: bir ayırma ve bölme işlemi söz konusu olduğunda da bir siyasal sekansın ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

Ama duyduğum ilk andan itibaren bu sözlerde beni asıl hayrete düşüren ve çarpan şey, “şiddet, katliam” veya onları çağrıştıracak kelimelerin eksikliğidir. Dert, acı ve hastalık olarak ya da bir kınama ve eleştiri olarak burada şiddet hiç anılmıyor. Bilinir ve burada tekrar etmek bile beyhude bir çaba olur: 1938’de Dersim kanlı ve korkunç bir katliama maruz kaldı. Ama dert edinilen şey (dediğim gibi bu sözlerin söylenip söylenmediğini ve nasıl söylenip aktarıldığını, bir çeviri cümlesi olup olmadığını bilmiyorum), bu korkunç şiddet ve katliam değil, “onların yalanları ve hileleri”dir. Şiddetin kullanılma düzeyi ve korkunçluğu, apaçık olan iki taraf arasındaki güç ve eşitsizlik durumu, bir direniş gösterildiği için (onların tarafına dert olan baş eğmeme, teslim olmama, direnme), sanki bir eşitlik alanı olarak görülmüş. Devletin gücü ve şiddeti karşısında kendine ait toprağı ve yerini savunmak bir dengeleyici unsur olarak ortaya çıkıyor. Belki. Arada devasa bir fark ve eşitsizlik olmasına rağmen, yine de herkes kendi silahlarıyla o eşitlik alanında varsayılıyor. Seyit Rıza’yı kahırlandıran ve elem veren şey, “hile ve yalan’’ cephesidir. Asıl asimetri ve cevabını bulamadığı, göremediği dert ve hastalık burada. Bizim dert edinmemiz gereken ve pharmakon’daki ilaç ve zehri yeniden bölüştürmemiz ve düzenlememiz gereken miras bu. Seyit Rıza ona atfedilen cümlede, üzerine düşünüp cevabı bulunması gereken bir sorunu bizlere miras bırakıyor. Bu cümlede bir hakikat olduğunu düşünüyorsak veya değer veriyorsak, olduğu gibi devralınması ve korunması gereken, belirli durumlarda tekrarlanması veya onlara, bize zehri sunanlara karşı bir yakınma veya zayıf eleştiri olarak değil, onu iptal edecek araçları ve düzenlemeyi bulabileceğimiz bir bağlama oturtmamız gerekiyor. Buradaki eksiklik, Biz cephesindeki bir eksiklik ve yetersizliğe, Kürt siyasetinin hem teorik hem pratik aşil topuğuna işaret ediyor. 

Bu nedenle, mirasa sahip çıkmak için önce bu sorun üzerine bir düşünme mesaisinde bulunmalı ve biz cephesinde sorunun kendisini sorun olmaktan çıkarmaya çalışılmalı. Bir kez daha “hile ve yalanlara’’ yenildik demeyi hem kendi siyasal düşüncemiz hem de eylemimiz için adeta hukuki ve teolojik bir yasak formuna sokmalıyız. Öbür türlü, her seferinde aynı hatayı tekrarlamak, aynı yerden tuzağa düşmek, bizim siyasal olarak ergin olmadığımızın güçlü bir işareti olacaktır: “hile ve yalanları’’ siyasetin bizzat kendisinin ortaya çıkışından ve oluşumundan ayrı tutamayız. Hatta yalan ve hile aracılığıyla siyaset kendisini etikten ve her türlü ontolojik belirlenimden ayıran başka bir dünya kurar. Tıpkı gündelik kullanımda aldatmaya veya “görünüşe’’ referansla söylediğimiz ‘’bunlar hep siyaset’’ tabirinde olduğu gibi. Seyit Rıza’yı izlersek, demek ki bizim eksik ve yetersiz kaldığımız, biz Kürtleri dertli kılan ve çaresiz bırakan öncellikle devletin şiddeti veya teknolojik üstünlüğü değil, siyasetin kendisidir. Bu eksikliği telafi edemediğimizde ya da bir kez daha aldatıldığımızda, sanki bir çareymiş gibi, ya siyasal olanı pejoratif adlar altında mahkum ediyoruz ya da siyasal olanı ahlaki normlar kullanarak zayıf bir eleştiriye dönüştürüyoruz. “Davamız haklı ama yenildik.” Bu cümleyi siyasal olarak nitelendiremeyiz ve daha kötüsü dert orta yerde kalakalıyor.

Bu sorunu düşünürken küçük bir parantez açmama izin verin. Siyaset felsefesinin kurucusu Platon’un Cumhuriyet (Politeia) kitabına baktığımızda da siyasetin tanımlarından ve kurucu öğelerinden biri olarak hile ve yalan adı karşımıza çıkar. Paradoksal bir şekilde ya da okuyanın tutarsız diye yorumlayacağı bir hamleyle, görünüşlere ve çıkarlara dayanan her türden yalan rejimine karşı koşulsuz bir hakikate dayanan bir siyaseti çıkarmak isteyen Platon, hakikati bir yalan düzeneğinin içinden geçirerek kurar. Hakikatin temelleri üzerinden yükselecek bu yeni siyasal topluma önce “soylu yalanlar’’ (γενναῖον ψεῦδος) anlatmak gerekir. Bu toplumun üyeleri bu yalanlarla büyüyeceklerdir (Plato 1991,3. Kitap 414b-c). Neden diğer alanlardan “yalan’’ dışlanırken, siyasal alanda adeta kurucu bir işlev görüyor? Hele Platon gibi matematiksel bir ontolojiyle çalışan ve eğilip bükülmez bir hakikatin arayışında olan bir filozof için bu hamle epey tutarsız görünür. A

slında yanıtı basit: bilgi, etik, aşk, sanat ve bilim gibi diğer alanlar “varlığa’’ yaslanabilir ama siyasal gerçeklik kaçınılmaz olarak bir “görünüşler’’ rejimine dayanır. Öyleyse, siyaset üzerine düşünmek, görünüşleri bilmeyi, yani hile ve yalanları bilmeyi, onlara karşı çift taraflı bir beceri kazanmayı ve onları kullanmayı şart koşar. Öyle ki, ideal hakikatin peşindeki Platon bile bundan kaçamıyor! Ama siyasetin bu şekilde kavranılışını en berrak ve cesur haliyle Machiavelli’nin eserlerinde görürüz. Siyaset artık bütünüyle bir görünüşler rejimi içinde kurulur. Durmaksızın maskelerden, taklit etmelerden, kamunun neyi görmesi veya görmemesi gerektiğinden bahseder. Dahası uyarır: siyasal bir öznenin ölümcül hatası, olmakla görünüşü karıştırdığında belirir, her halükarda bundan sakınmak gerekir: prens asla olduğu gibi görünmemeli. Siyasal persona, takdim edilen ile niyet, başka bir deyişle sunuş ve sunulan arasındaki farkı ve mesafeyi bilen, tam da o mesafede ortaya çıkan yarılmada projesini görünür kılan kişidir. Bu aralıkta, görünüş, hile, yalan ve varlığın birbirine karıştığı belirsizlik ve risk momenti ortaya çıkar. Siyasal gerçeklik veya görünüş böyle olduğuna göre, ancak hayal görenler veya naif olanlar, homojen ve yalın bir siyasal özne veya hareket düşünebilirler. Bir siyasal özne, siyasal yapıyı korumak ve kurtarmak için gerektiğinde tam karşıt uca gidebilecek yetenekte olabilmelidir.

Olduğu gibi olan ve sadece bir karakteri taşıyan bir siyasal öznenin bunu yapması mümkün değildir. Bu nedenledir ki, Machiavelli siyasal bir öznenin veya siyasal bir bedenin sadece gücü icra eden “aslan’’ olarak kazanamayacağını, bunun yanında hile ve tuzaklara karşı “tilki’’ olmayı da bilmesini gerektiğini söyler. Ne kadar güçlü olursa olsun, hep dolaysız olanı bilen, sadece gücü bilen aslan tuzaklara ve görünüşe karşı savunmasızdır; aynı şekilde tilki de kurtlara yani güce ve şiddete karşı çaresiz kalır. Siyasal özne, yasalara dayalı siyasal mücadelede insan ve zora dayalı mücadelede hayvan olarak bölünür; ama hayvan da tilki ve aslan benzetmesinde olduğu gibi iki defa kendisini bölebilmeli ve bu bölünmede düşünüp harekete geçmelidir (Machiavelli, 2014, 69). Siyasal bir beden veya organizasyon, eğer hayatta kalmak ve başarılı olmak istiyorsa, kendini farklı durumlara uyarlamak için bölebilmeyi, dağıtmayı ve heterojen bedenini muhafaza etmeyi başarabilmelidir.

Seyit Rıza’nın derdinin pharmakonu da tam burada yatar: aslan ve tilki olabilmeyi aynı anda becerebilecek bir heterojen bünye oluşturmak. Daha doğrusu, derdimiz ve şikayetimizin işaret ettiği hastalıktan dolayı, her şeyden önce tuzak, hile ve yalanlara karşı tilki olmayı öğrenmemiz gerekiyor. Kurucu bir siyasal öznenin ve hareketin homojen bir bedeni olamaz, olmamalı; eğer homojen bir bedene sahip olursa kaybeder. Siyasal düşüncenin kurucularından, bilhassa Platon, Machiavelli ve Hobbes’tan öğrenmemiz gereken ve mirasımızı koruyacağımız ve artıracağımız şey, siyasal bedenin çoklu ve heterojen yapısıdır. Siyasal bir öznenin bedeni, hayvan, insan, makine ve hatta tanrıdan oluşur. Bu çoklu ve heterojen varoluş hem hile ve yalanlara hem de şiddete karşı kelimenin iki anlamıyla bir ‘pharmakon’dur. Yalınlaştırılmış homojen bir beden siyasal dönüş ve kırılma anları karşısında çaresiz kalır. Siyasal bedenin heterojenliği, olağanüstü aşamalardan ve momentlerden sağ salim geçmenin imkanını sunar. Unutmayalım, Arapçadan gelen ‘’hile’’ kelimesi aynı zamanda ‘’dönme, dönüş, çare ve tedbir’’ anlamlarını da içerir. Her büyük dönüş ve çare aynı zamanda bir hileyi de içerir. Tıpkı dert gibi hile de iki defa ikiye bölünür: onların hilesi ve bizim hilemiz; kurucu sapma veya yıkıp dağıtan sapma.

Buraya kadar olan söylediklerimizden hareketle, elbette onları birbirine bağlayarak, güncel ve henüz nereye varacağı belli olmayan yeni süreci düşünmeye girişebiliriz. Hiç kuşkusuz büyük bir dönüşün ve kırılmanın içinden geçiyoruz. Bahçeli’nin duyurduğu, sonrasında Öcalan’ın kaleme aldığı çağrı yeni bir sapmayı ve kırılmayı belirtiyor. Eğer siyasal olana uygun şekilde düşünme iddiasındaysak, söylenen kelimelerin ve niyetlerin ötesinde, burada bir hilenin, tuzağın ve yalanın varlığını onaylamamız veya varsaymamız gerekiyor. Sadece onların değil, bizim de hilemiz anlamında; aksi durumda bir büyük sorunla karşı karşıyayız demektir. Hilenin dönüş ve tedbir anlamlarını bir kez daha aklımızda tutalım. Yukarıda söylendiği gibi, hile yalın bir tuzak değil, görünüşler aracılığıyla ve görünüşlerde bizzat siyasal stratejinin kendisidir. Bu nedenle, yapılabilecek ilk şey bu yeni sapmayı veya dönemeci “barış veya demokrasi’’ süreci olarak okumak veya düşünmekten imtina etmek olmalıdır. Siyasal bir düzenleme için, Bahçeli veya Erdoğan’ın en son düşünebilecekleri şey muhtemelen demokrasi veya barış olurdu.

Bunu anlamak için Türkiye’deki duruma göz ucuyla bakmak bile yeter de artar. Zaten onlar da bu iddiada değiller. Olsa olsa, henüz bizim bilmediğimiz pazarlığı da içeren bir müzakereden söz edilebilir. Belki. Eğer bir pazarlık varsa, bunu olumlu kabul etmek gerekir, en azından hilenin ve tuzağın daha açık bir alana taşındığını gösterir. Peki ama onların, Bahçeli ve Erdoğan’ın derdi ve murat ettikleri şey ne? Bilinemeyecek bir sır değil. Şimdiye kadar ne yaptılarsa aynı şeyi, elbette yeni bir hileyle yapmaya çalışacaklardır. Machiavelli, bir siyasal kişinin en başta bir ‘’virtu’’ye, maharete sahip olması gerektiğini söyler. Ama bu maharetin başka bir şeye daha ihtiyacı var: talih. Talihin siyasal alandaki adına ‘zaman’ diyebiliriz. 20 yılı aşkın bir süredir Türkiye’yi yöneten Erdoğan’ın siyasal yeteneğinden şüphe duyamayız, atlattığı ve üstesinden geldiği engellerle (Erbakan geleneği, Kemalistler, Gülenciler ve hatta kendi partisindeki rakiplerini eleyerek veya zayıflatarak) çoktan kanıtladı bunu. Lakin “Kürt derdini’’ halletmek ve iktidarını çoklu alanlara yaymak ve orada pekiştirmek için talihe yani zamana ihtiyacı var. Daha kesin bir ifadeyle, “ertelenmiş’’ bir zamana ihtiyacı var. Şu anda yapmadığı şeyi askıda tutuyor diyebiliriz. Bu erteleme hali içinde oyununu oynayıp “uygun’’ konjonktürü veya fırsatı bekleyecek ve harekete geçecektir (tıpkı yıllarca Gülencileri tasfiye edeceği zamanı beklediği gibi ve Esad’ı düşürmek için yedeğindeki güçleri İdlip’te beklettiği gibi).

Ertelenmiş zamanın fırsatları önünde sonunda karşısına çıkardığına dair bir inancı ve deneyimi var. Peki bu fırsat neden şimdi mevcut değil? Çünkü Erdoğan, bölgenin (Ukrayna-Rusya, İsrail-Filistin,  Esad’ın düşüşü, İran ve İsrail’in muhtemel savaşı, Suriye’nin yeniden yapılandırılması, bölüşülmesi ve muhtemel bir seçimde kendi iktidarının selameti gibi başlıkların belirlediği) çoklu bir kırılma konjonktürü içinden geçtiğini biliyor ve yer sarsıntısını birazcık olsun sabitlemek için, elbette kendisinin ve Türkiye’nin lehine sabitlemek için bu ertelenmiş zamana ihtiyaç duyuyor. Dediğim gibi gitgide artan çoklu sapmalar ve kırılmalarla belirlenen bir konjonktürden söz ediyoruz. Dolayısıyla sadece konjonktürü bilmek ve sezmek bile yetmeyebilir; verili ve sabit olanları yerinden eden ve önceki siyasal pozisyonları anlamsız kılan bir konjonktürde olduğumuzu söyleyebiliriz. Düşünsenize, Esad’ın düşüşünden beri Türkiye ve İsrail artık karadan iki komşu ülke sayılır: aralarında pürüzsüzce geçebilecekleri ve geçtikleri Suriye adlı bir ülke var. Başlı başına bu değişiklik bile, ki ilerleyen zamanda olumlu veya olumsuz etkilerini daha fazla göreceğimiz bu büyük değişim, Erdoğan’ın ve Türkiye’nin siyasal oyunu yeniden düzenlemesini ve kurmasını gerektiriyor. Bu ertelenmiş zamanda Erdoğan, oyunu ve hilesini yeniden düzenleyecektir. Başka bir deyişle, kimse eski derdinden ve hilesinden vazgeçmiş değil. Siyasal hilenin bir özelliği, kimi zaman hilenin gizli-saklı değil apaçık oluşudur.

Eğer süreç sekteye uğramazsa, Erdoğan’ın oyunu apaçık: Kürt siyasal bedenini hem içeride hem dışarıda homojenleştirmek; Suriye’de Kürt oluşumunu sınırlandırmak, yıpratmak ve iki defa çevrelemek. Mümkün olduğunca Suriye’nin kritik yerlerine üsler kurarak Rojava’yı sınırlandırmak; Suriye’nin Akdeniz kıyılarına yerleşerek Suriye’nin çıkışını ve girişini denetim altına almak. Bu esnada Suriye coğrafyasında İsrail’le nasıl bir denge kurulabileceğini, nerede ve nasıl pazarlık edebileceğini belirleyip bir anlaşmaya varmak. Ayrıca Rusya’ya karşı başlatılan Avrupa’nın yeni hamlesini, orada yer alıp alamayacağını ve İran meselesini görene kadar temkinli bir Kürt siyasetine şiddetle ihtiyacı var. Aksi takdirde, bu çoklu ve durmaksızın kırılmaya maruz kalan konjonktürün neyi ve kimi yerinden edeceğini bilmek mümkün değil. Hilenin ve bu süreci başlatan nedenin altında bu korku var. Erdoğan’ın siyasal alanın her öğesini ve her öznesini “kendinde yana olanlar ve olmayanlar olarak’’ böldüğünü düşünürsek, Kürt siyasal hareketinin bu sınıflandırmanın bile üstünde bir yerlerde olduğunu tahmin edebiliriz. Carl Schmitt gibi söylersek, Kürt siyasal hareketi rakip veya muhalif değil, “düşman’’ kategorisindedir. Kendimizi kandırmaya gerek yok, bir pazarlığın veya müzakerenin olması şu yalın gerçeği değiştirmez: Erdoğan uzun bir süredir siyaseti bir savaş olarak kavrıyor ve ona göre eyliyor. Daha fenası, sadece Erdoğan değil, Türk kamuoyu bu “düşman’’ kategorisinde bir hayli mutabık.

Bir kez daha, Machiavelli’nin dediği gibi, zemini belirleyen taşlar yerleştirilinceye kadar belirsiz bir konjonktürden geçiyoruz. Bu nedenle, iyi veya kötü sonuçlar bakımından bu sürecin nereye varacağını bilinmez ama bir Barış ve demokrasi süreci olmadığını bilmek gerekiyor. Burada kendimizi kandırmak veya aptal yerine koymak bağışlanamaz bir hata olur. Bu süreci “demokrasi ve barış’’ olarak adlandırmakta bir beis yok, yeter ki açık oynanan oyunu görelim. Devlet ne şiddet siyasetinden ne de asimilasyon emelinden vazgeçmez, bunu Erdoğan’ın çok iyi bildiği, yargıyı askıya alan erteleme zamanına bırakıyor sadece. Olan her neyse, bunu hangi adlarla yapıyorsak yapalım, bence Kürt siyasetinin görevi bu “hile ve tuzak’’ kısmına karşı tedbirini alarak kendi sapma oyununu kurmalı, kitlesini hazırlamalı ve onlarla konuşmalı. Başlatılan bu inisiyatifi reddetmek değil, ona göre hazırlık yapmak: tıpkı dert kısmında olduğu gibi, burada da erteleme zamanı “onlar ve bizler” için ikiye ayrılır. Paradoksal bir şekilde, Kürt siyasetinin de ertelenmiş zamana ihtiyacı var: tıpkı Shakespeare’in Hamlet oyununda hem Hamlet’in hem de amcası ve aynı zamanda yeni Kral Claudius’un harekete geçmeden önce ertelenmiş bir zamanı seçmeleri gibi. Bu ertelenmiş zamanda, Kürdistan coğrafyasını dört parçasında Kürt siyasetleri için büyük fırsatlar ve tehlikeler var. Bu nedenle, ertelemeyi sağlayan müzakere sürecindeki hile ve yalanlara karşı tedbirli olunsun ve onlar üzerine bir düşünme mesaisinde bulunsun.

Hem ertelenmiş zamanın getirdiği fırsatları hem de hile, yalan ve tuzakları, her siyasal hamlenin, mevcut verili zemini yerinden ederek belirsiz bir uzamı ortaya çıkaran risk, tehlike ve fırsatları sunduğunu Öcalan’dan daha iyi kimsenin bilemeyeceğini düşünüyorum. Yine, homojen ve yalın bir siyasal bedenin, aslan olmaktan ya da tilki olmaktan vazgeçmiş bir bedenin, insan ve hayvan, makine ve tanrı olmayı aynı anda üstlenmeyen bir bedenin, kendini siyasal olarak var edemeyeceğini ondan daha iyi kimse bilemez. Peki o zaman niye ‘Demokratik ve Barış Toplumu Çağrısı?’ Niçin bu denli hile ve tuzak barındıran bir süreci başlatıyor? Bu sorulara dair muhtemel yanıtları ancak Öcalan’ın siyasal stratejisi ve düşüncesinin ne olduğu, nasıl iş gördüğü ve her ikisinin arasında kimi zaman daralan kimi zaman genişleyen makas düşünülerek verilebilir. ‘’Tehlike de çare de’’, bu kapanan ve genişleyen mesafede ortaya çıkıyor. Son cümle ve belki bu tartışmayı sürdürecek başka bir yazının başlangıcı: İmralı Heyetinde yer alanlardan biri, Cengiz Çiçek, Yeni Yaşam Gazetesine verdiği bir röportajda, Öcalan’ın Seyit Rıza’nın yazının girişindeki sözlerini onlara anımsattığını söylüyordu. O sözün gerçek mirasçısı olduğunu anımsatarak, önceki isyanların başarısızlığını aklında olduğunu belirterek ve hile kısmına referans vererek.[i]

Referanslar

Plato. The Republic of Plato, translated by Allan Bloom, Harper Collins Publishers, 1991.

Machiavelli, Niccolo. The Prince, translated by Tim Parks, Penguin Classics 2014.

Dipnot

[i]Cengiz Çiçek: Yeni bir çağın manifestosu, https://yeniyasamgazetesi9.com/cengiz-cicek-yeni-bir-cagin-manifestosu/

İlginizi Çekebilir

Analiz: Suriyeliler Esad sonrası gelen özgürlüğü yakında kaybedebilirler mi?
Hakan Tahmaz: Sırrı kendinden vazgeçti barıştan geçmedi

Öne Çıkanlar