Ali Engin Yurtsever: DEM Parti Ve Sınıfsal Tavır

Yazarlar

           Her parti sınıfsal bir tabana dayanır ve bu sınıfsal taban doğal olarak i̇deolojik bir bakış açısı taşır. Bu temelde parti, o sınıfın i̇deolojik düşünce tarzını hem taşır, hem de hayata geçirmenin mücadelesini yürütür. Her ne kadar uzun yıllardır “sınıfsal ayrımlar kalktı, sınıflar arası çizgiler silindi” düşüncesi savunulsa bile, bu savunu söylem düzeyinden öteye gidememiştir. Çünkü üzerinde yükseleceği maddi bir temeli bulunmamakla birlikte karşılaşacağı sorulara da gerçekçi ve doyurucu bir yanıt vermek gücünden yoksundur. Örneğin sınıflar ayrımı kalktıysa, yoksulluk neden geniş kitleleri daha da saracak biçimde genişliyor ve zenginler servetlerine servet katıyorlar? Daha da önemli bir soruyu da eklemek gerekiyor: Siniflar ayrımı kalktıysa ve Marxizm yanıldıysa yoksulluğa karşı çözüm yöntemi nedir, hangi silahlarla zenginlik bölüştürülecek ve burjuvazi ikna edilecektir? Kabul etmek gerekir ki ne İsa’nın havarilerinin, ne de Muhammed’in ensarlarının yaptığı gibi tatlı sözlerle propaganda yapılarak, ayrılmış sınıflar birleştirilip yoksulluk ortadan kaldırılamaz.

        Daha da nesnel bir gerçeklik olarak partiler sınıfların varlığını reddetmiyorlar sadece gizli bir politika yürütüyorlar ve “sol” temel anlamda yine yasaklı, yine zindan, sürgün ve ölüm üçgenine mahkum ediliyor. Kısaca yazmak gerekir ki, zengin ve yoksul olduğu sürece sınıflar ve sınıflar arası savaş varlığını sürdürecektir. (Yeni bir felsefi düşünce ortaya atılabilir, bu düşünce alışılan i̇deolojik kavramları daha farklı bir tarzda ele alabilir. Proleter ve kapitalist arasındaki çelişkiyi şiddet yoluyla değil, daha farklı bir anlayışla çözebilir. Ancak bunun için kavramsal literatürü koyup, pratik alana yönelir ve sömürü sisteminin nasıl çözüleceğini kendi bakış açısına dayalı olarak ilan eder. Bu olmazsa sadece söylem olarak kalır).

         Fransız Devriminden bu yana kimi zaman “baldırı çıplaklar”, kimi zaman da “öfkeliler” olarak adlandırılan yoksulların isyanları hem sınıfsal, hem de ulusal olarak günümüze kadar geldi ve sınıfsal ve ulusal olarak ezilenlerin zaferi sağlanana kadar da devam edecektir. Gerek kuzey Kurdistan, gerekse Türkiye’de devrimci muhalefet görevini gören partilerin içinde DEM Parti’nin üstlendiği sorumluluk bu anlamda incelenmesi gereken bir noktadadır. Çünkü Kurdistan özgürlük mücadelesinin siyasal tarafının kuzey temsiliyeti görünür olarak DEM Parti tarafından üstlenilmiştir. Aynı zamanda Türkiye’de de devrimci muhalefet görevinin de en geniş temsiliyetini taşımaktadır. Bu belirleme diğer devrimci partilerin varlığını reddetmek değildir, kabul etmekle birlikte temsiliyetin genişliğini belirtmek amacını taşımaktadır. 

    DEM Parti geleneğini başlangıç olarak alırsak HEP’ten başlayarak HADEP’e kadar süren geleneklere baktığımızda hem Kurdistan özgürlük hareketinin bir yansımasını, hem de Türkiye işçi sınıfının direnişçilerinin içinde yer aldığı bir geleneğin varlığını görüyoruz. O gelenek ulusal ve sınıfsal kimlik ile bilincin taşıyıcısı olmakla beraber bir ayrılığı değil ortak mücadelenin “baldırı çıplaklar” tarafından temsiliyetini göstermiştir. Elbette her dönem olduğu gibi o dönemde de kendi çıkarını düşünerek partiye katılan, bedel ödemek yerine ödenen bedellerden bir kazanç çıkaranlar bulunmaktaydı ancak utanç duygusu güçlü olduğu için varlıklarını alenen gösteremiyorlardı. Hem toplumsal baskıdan, hem de kişisel korkudan dolayı illegal davranıyorlardı.

         HADEP’in son dönemlerinden itibaren küçük burjuva anlayış adım adım partinin merkezine doğru ilerledi ve politik anlayışı değiştirme çalışmasını yürütmeye açıktan başladı. Bu anlayış doğası gereği devlet iktidarıyla çatışma yerine işbirliğini esas alarak mücadelenin ağır ve sert karakterini değiştirme hedefini öne çıkardı. Ne dağların isyanı, ne zindanların tutsaklığı, ne de gaziler görünür oldu. Yurdundan sürülenler, yoksulluğun çelik pençesine takılanlar, bedenini satanlar, uyuşturucu bataklığı bu asalak sınıfın umrunda olmadı. Bir baş ağrısı, görülmek istenmeyen bir kimlik ve kesilip atılması gereken bir ur olarak görüldü. Parti hakimiyeti bu anlayışın eline geçtiği ölçüde halk mücadeleye bağlılık gereği ve saygı zincirine dayanarak suskun bir geri çekiliş yaşadı. Son seçimlerde alınan oy oranları bunun bir yansımasıydı bu nedenle istifalar gerçekleşti, halka hesap verilme toplantıları yapıldı. Ancak gerek adaylık belirlemesi, gerekse izlenen politikalar tam anlamıyla mücadelenin paraleli olma özelliğini tam olarak taşımadığı için o kırılma yaşanmak zorundaydı, yaşandı.,

            En basitinden iki dönem kuralı herkese uygulanmadı. Halkta karşılığı olmayanlar nedense muaf tutuldu. Ve kopan fırtınanın ardından kimin, neyi, nasıl belirlediği soruları yanıtsız kaldı. Bir küçük burjuva anlayışı varlığını halen sürdürüyor ve ağırlığını koruyor. Bedel ödeyenlerin öneri ve müdahalesini kabul etmeyen anlayış kişisel ikbali korumaktan başka bir hedef taşımadığı için, bu tavrını özgürleşme olarak kabul etmeyi öne çıkardı. Oysa gerçeklerle savaşmaktan başka bir şey değildi ve yenilmeye mahkumdu. Bugün belki politik olarak gücü (kısmen) elinde bulunduruyor olabilir ama kaybedecektir. Çünkü mücadeleyi savunan ve bugüne getiren onlar değil, ilk çıkışında olduğu gibi düzenle bağı olmayan, ezilen ve ötekileştirilenlerdir.

      Herhangi bir partinin düzenle olan ilişkisi ağır bedeller gerektirmiyor. Uygulanan çeşitli politikalara muhalefet etmek yeterli kabul ediliyor. Ancak binlerce üyesi halen tutsak olan ve toplumsal tabanı yoksulların kimlik ve sınıf temeline dayanan bu partinin içinde yer almak, o bedelleri göğüslemek demektir, talepleri yumuşatıp devletten “aferin” beklemek değildir. Günü geldiğinde son 50 yıllık süreçte temsiliyet sahiplerinin ekonomik gelirleri soru olarak ortaya gelir. Açıklanamayan gelirlerin hesabı sorulur. İster parti, isterse sivil toplum örgütü temsiliyet sahibi olsun, fark etmez. 

    Toplumsal tabanını görmezden gelip iktidarla geçinme siyaseti yürütülebilir, ancak günün sonunda “gerçeklik” bir tercih olarak önümüze çıkacaktır. Ya kimlik ve sınıf politikasının ısrarı, ya da devletin içinde kaybolmayı hedefleyen tüccar hakimiyeti belirleyici olacaktır. Orta Doğu’nun kaynayan gündemi, savaşı kaçınılmaz kılıyor. O savaş bir süre sonra kapıya dayanacaktır. Seçilen tercih; ya binlerce yıllık direnişin devamını, ya da binlerce yıllık çözülüşün bayrağını kitlelere sunacaktır. 

İlginizi Çekebilir

CHP’den İstanbul’da İmamoğlu için imza kampanyası: Tüm ilçelere stant kuruldu
Ronî Riha: Suriye’de Kürtlerin Zorlu Denklemi: Kazanımlar ve Kayıplar Arasında

Öne Çıkanlar