Gecedir…
Abim abim, gündüz, herkes nereye gideceğini bilir, ne söyleyeceğini bilir ama gecedir ve ben hastane önünde başı kesilmiş horoz gibiyim; döne döne, nereye gideceğimi bilmiyorum, kulaklarım aklımın terazisi değil, burnum dünyanın direği değil, ne bir ses duyabiliyorum ne bir koku, ot desen ot değilim, yaprak desen düşmeye bile mecalim yok; umutlarım, acıların içinde ne kayıptır ne eriyip gidiyor; sesini duymuyorum yedi gündür, sonsuzluğun dinlendiği gözlerindeki feri saklayıp duruyorsun benden ve ilk kez anlamıyorsun beni, istemiyorum ki gözyaşlarımız iplik olup bağlanalım birbirimize; benim cesaretim, cehaletim, bilgim sensin, senle ilgili hiçbir bilgiyi istemiyorum kimseden, hem ben senin kadar güçlü değilim, ruhum bu dünyanın kahrına karşı bin yıl önce çözüldü, kendi avuçlarımdan kayıp gittim, kaç kişinin adını alarak yaşadığımı bilmiyorum ben, kalbimse bir hayvan kalbidir, böğürmekle sessizlik arasındadır şimdi, ne yapacağını, nasıl çarpacağını bilmiyor zaten, çünkü ruhun yirmi yaşında, yirmi yaşında ve duruyor karşımda: Duyuyor musun?
Canlı cansız, etrafında ne varsa kulak kesmiş dinliyor kalp atışlarını ve ben ancak gözlerimi kapatarak duyabiliyorum onları ve senin gözlerin benim duyduklarımın çok fazlasını görüyor; insanlar geliyor buraya, el açıp dua ediyorlar, duvarlara ardına pankart açanlar ve benim gibi geceleri bir şey olur diye uyumaktan korkanlar…
Neden korkuyoruz ki?
Sessiz saatlerden korkuyoruz. Saatlerin, hatta saniyelerin içinde esen yellerden, fırtınalardan korkuyoruz. Tam yedi gündür, gözyaşları içinde uyanıyoruz.
Niye uyanıyoruz? Niye hastane önünde gece yarılarına kadar bekliyoruz?
Tek kelime, şu: Sana ulaşan bir ses olmak istiyoruz. Hatta kimi kibirli sesleri bile bu arada bir kenara itiyoruz; susuyoruz, susmak, köklerinle konuşmaktır; susuyoruz, bütün köklerimiz bir araya geliyor. Kalbimiz o kadar sen’ki, hiçbir bir boşluğa izin vermiyor: Dar bir zamanın içindesin, kendi içinde sarsılıp duruyorsun, kulak veren sesleri uyandırma telaşı var kalbinde ve senin o güzel kızların, senin için bakıyorlar göğe, güvercinlerin parıltısıyla dua ediyorlar sana… Duyuyor musun?
Her dilden dualar ediliyor; Ermeni ve Süryani kiliselerinden sesler yükseliyor. Her dilden dualar geliyor.
Senin kalbini verdiğin Kürtler büyük bir millettirler. Kürtler hastaya, ölmüşe, yola çıkmışa kötü söz etmezler. Kürtler, senin kalbinin sesini dinliyor.
Gündüzleri hastaneye çok insan geliyor. Ama bir de geceler var. Geceleri hastaneye gizliden gelip sana dua edenler var. Gizli seslerin/ dillerin ne kadar kalbe iyi geldiğinin bilincindeler. Cumartesi anneleri, barış anneleri ellerini açıp sana dua ediyorlar… Bir adın yok, sana kimi kardeşim diyor, kimi oğlum diyor… Bir halkın oğlu olmak ne güzeldir. Bir halkın doğurduğu bir evlat olmak ne güzeldir. O zaman anlıyorum, umut bir tutkudur ve saf sevgi ancak burada bulunur…
Geceleri misafirler gidiyor. Uyku burada bedenini kapısını çalıyor. İş güç, hayat bir yerde duruyor. O zaman sesler azalıyor. Araba sesleri, insan sesleri azalıyor…
Gece yarısından sonra beden yerini ruha bırakıyor, rahat konuşuyorum kendimle, seninle… Kapıların, kilitlerin dilleri bana açılıyor; odana geliyorum, genç ruhunla uzun uzun sohbet ediyorum: o an Meryem’in hemşireliği ağır geliyor bana, yanakların pembeleşmiş, dedenin iki defa çektiği tırnak hafif uzamış, saç köklerinde hafif bir nem, nefes alış verişinde su sesi; direncine hayran kalıyorum…
Biliyorsun, ben ve benim gibi onlarca kişi, geceleri, o insan seslerinin eksildiği saatlerde çok kötüyüz; rüzgârın, karanlık bir gecede azgın dalgaların içine sürüklediği bir gemiye binmiş gibiyiz; bazen dalgalarla boğuşan bu geminin direkleri kırılıyor, bazen gemi batmak üzeredir; bazen gecenin karanlığını artırırcasına esen rüzgârın oluşturduğu kasırga içinde dönüp duruyoruz; işte tam bu sırada, kalp atışların geliyor kulaklarıma, sesini duyuyorum, gülmeni duyuyorum; o zaman sesin sırlarına ermiş yıldızlara bakıyoruz; sahillerde, huzur ve güven içindeki kimseler elbette ki halimizden haberdar değiller. Nedir ki işimiz şimdi? İşimiz, feleğin nöbetçisi olarak ve seni yalnız bırakmamak, ruhunla ruhum, nöbetçiyiz.
Bir şeyler oluyor. Görüyoruz. İki mavi arasında, kırmızı ve beyaz ateş közleri var; közler, birkaç gün önce soğuk olan bedenini ısıtmış gibiler; buna seviniyor ruhun, yeşil bir manzara görülüyor ve sonra bu manzara bulutlardan süzülmüş başka bir manzaraya açılıyor; bir kapı açılıyor, bir kapı kapanıyor, hatta bir anahtar bir diğerini açmak üzere, bir anahtar diğer bir anahtara yol gösteriyor ve ruhun bu bulutsu manzaradan geçiyor; ayakların toprağın kokusunu duyuyor, bir yılan var ve bu yılan, beyaz bir güvercinin yanıbaşında duruyor; yılan oklanmış güvercinin yaralarını merhemiyle sarıyor, ruhun bir pasajdan geçiyor, beyaz merdivenlerden geçiyor, güvercin kendini topluyor, yılan şifa veriyor ve hatta, güvercin, sen olan o güvercin, çevreni kimse sarmasın diye ısırgan otları ve kekikle çevreliyor, aradan bir lotus yükseliyor; otlar kendi aralarında konuşuyor, bir ot, bir ağaç gösteriyor, ağaç, binlerce yıldır uyumuş, ağaca cansız bir el uzanabilir ancak, küçük bir taş belki uyandırabilir. İşte bu arada, bir taş oluyor ruhum ve ağacı uyandırıyorum, bir ışık beliriyor; ışık dildir ve daha, on yıl yapacağın şeylerin olduğunu söylüyor, yüzüne yayılıyor; yüzün aydınlanıyor, dudağın ıslanıyor, bir de bir şey istiyor senden bir kadın, diyor ki kurban bayramında iki kız çocuğuna iki elbise…
O kız çocukları seni bekliyor…