19 Mayıs modern Türkiye’nin resmi söyleminde bir “kurtuluş” anı olarak yüceltilmesinin ötesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun çok kültürlü ve çok etnisiteli yapısının tasfiyesiyle eş zamanlı olarak yeni egemenlik ilişkilerinin tesis edildiği kritik bir dönüm noktasıdır. Bu tarih, imparatorluk sisteminin çözülüşü karşısında yönetimsel, ideolojik ve askeri gücü elinde bulunduran bürokratik kadroların, özellikle askeri elitin, ulus-devlet biçiminde yeni bir siyasal rejim inşa etme yöneliminin başlangıcını işaret eder. Bu bağlamda 19 Mayıs, Bonapartist özellikler taşıyan, “devlet kurucu” nitelikte bir müdahalenin miladı olarak değerlendirilebilir.
Marx’ın çözümlemelerinde ifadesini bulan Bonapartizm, bir sınıfın doğrudan iktidarı tesis edemediği koşullarda, askeri ve bürokratik aygıtların özerklik ilan ederek “üst sınıfların” çıkarlarını koruyan bir devlet biçimi olarak ortaya çıkar. 1919 sonrası süreçte Kemalist kadrolar, bu çerçevede hem çözülmekte olan imparatorluk aristokrasisini hem de Batılı emperyalist güçlerin müdahale olasılıklarını dengeleyip bertaraf ederek merkeziyetçi bir egemenlik alanı inşa etmişlerdir. Ancak bu inşa süreci, yalnızca siyasi bir iktidar değişimini değil, aynı zamanda toplumsal yapının kökten bir yeniden düzenlenmesini de beraberinde getirmiştir.
Türk ulus-devletinin kuruluşu, salt bir “devrim” veya “modernleşme” projesi olmanın ötesinde, Anadolu’nun tarihsel çoğulluğuna son veren kapsamlı bir homojenleştirme ve asimilasyon programının ayrılmaz bir parçasıdır. Ermeni, Rum, Süryani, Keldani, Nasturi gibi halkların fiziksel ve kültürel varlıklarının ortadan kaldırılmasıyla eş zamanlı ilerleyen bu dönüşüm, 1915 Soykırımı ile ivme kazanmış ve 1919 sonrasında hukuki ve ideolojik araçlarla kurumsallaştırılmıştır.
Bu nedenle 19 Mayıs, gayrimüslim halkların çaresizlik içinde yardım dileyerek tarihten silinmesine yol açan sürecin başlangıç noktalarından birini oluşturur. Bu sürecin nihayetinde ulus-devletin kuruluşu, yalnızca bir etnik kimliğin siyasi egemenliğinin tesisi değil, aynı zamanda geçmişin çokkültürlü hafızasının bastırılması anlamına gelmektedir. “Kurtuluş” söylemiyle maskelenen bu tarihi dönemeç, gerçekte bir egemenlik devri ve yeni bir ulusal kimlik yaratma girişimidir. Bu tarih aynı zamanda, millet-ordu ayrımının kurumsallaşmasına hiçbir zaman izin vermeyen, sivil alanı askeri aklın mutlak denetimine tabi kılan siyasal kültürün de doğum yerlerinden biridir.
19 Mayıs, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışı ve Sovyet etkisinin tetiklediği sivil hareketlerin ortaya çıkardığı ademimerkeziyetçi yapıların bertaraf edilmesini ve bastırılmasını hedefleyen bir karşı devrim hareketinin planlanması ve hayata geçirilmesi olayıdır. 19 Mayıs, yalnızca bir “kurtuluş”un değil, aynı zamanda Anadolu’nun kadim halkları olan Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Nasturiler ve diğer etnik topluluklara yönelik kitlesel şiddet ve tehcir politikalarının sürekliliğini teşkil eden bir dönemin başlangıcını simgeler. Pontos Rumlarının dünyanın dört bir yanına dağılmış evlatları ve torunları için bu tarih, bir “soykırım günü” olarak anılırken, Türkiye’de bu gerçeklik görmezden gelinerek hamasi söylemler, milliyetçi gösteriler ve devlet törenleriyle kutlanmaktadır. Topal Osman’ın Pontos bölgesindeki katliamları bilinen bir gerçektir. Samsun’a çıkış tarihi olarak sembolleştirilen 19 Mayıs, aynı zamanda bölgedeki Rum nüfusun silahlı çeteler aracılığıyla tasfiye sürecinin hız kazandığı bir dönemi ifade eder. Bu süreçte Topal Osman gibi yerel milis liderleri, bölgenin Rumlardan temizlenmesi için görevlendirilmiş ve ağır insan hakları ihlallerine imza atmışlardır. Bu yönüyle 19 Mayıs, yalnızca bir direnişin değil, aynı zamanda bir yok etme hareketinin başlangıcıdır.
Mustafa Kemal’in kısa bir süre sonra kaleme aldığı istifa mektubunda yer alan ifadeler de, bu sürecin gerçek amaçlarını açıkça ortaya koymaktadır: “Mübarek vatanı ve milleti parçalamak tehlikesinden kurtarmak gayesiyle, Rum ve Ermeni emellerine kurban etmemek için açılan millî mücadele uğrunda milletle beraber serbest surette çalışmaya, resmî ve askerî sıfatım artık mâni olmaya başladı.” Bu ifadeler, milli mücadelenin aynı zamanda etnik halklara karşı yürütülen bir iç savaş olduğunu ve bu soykırım savaşının emperyalizme karşı verilen mücadele söylemiyle meşrulaştırıldığını açıkça göstermektedir. Dolayısıyla Mustafa Kemal, Topal Osman’ın perde arkasındaki figürü olarak değerlendirilebilir.
Kemalist devrim, sıklıkla modernleşmeci bir anlatı ile yüceltilse de, aslında kurucu şiddetin, demografik mühendisliğin ve etnik homojenleştirmenin kalıcı hale getirildiği bir proje olarak ele alınmalıdır. Bu bağlamda, Kürtlerin eşit yurttaşlık temelinde tanınması veya Türkiye’nin demokratik bir toplumsal sözleşme etrafında yeniden inşa edilmesi ancak bu kurucu anın sorgulanması ve aşılmasıyla mümkün olabilir. Oysa mevcut durumda, 19 Mayıs miti sorgulanmadan sürdürüldüğü müddetçe, Kürt karşıtı militarist söylem yalnızca ideolojik bir refleks değil, devletin sürekliliğini sağlayan temel bir yapı taşı olarak işlemeye devam etmektedir.
Bu çerçevede “Cumhuriyet”, modernleşme, laikleşme veya halkçı dönüşümlerle tanımlanmaktan ziyade, kurucu şiddetin ideolojik örtüsüdür. Devletin bizzat fail olduğu katliamların, zorunlu göçlerin ve mal-mülk transferlerinin “milli mücadele” adı altında meşrulaştırıldığı; emperyalizme karşı direnişin aynı zamanda bir iç düşman kurgusuyla birlikte yürütüldüğü bir döneme girilmiştir.
Cumhuriyetin bu kurucu şiddetiyle yüzleşmek, yalnızca bir tarihsel adalet meselesi değildir; aynı zamanda bugünkü devlet-toplum ilişkilerini anlamak, Türkiye’nin çokkültürlü toplumsal yapısının neden hala kriminalize edildiğini ve neden barışçıl bir hafıza rejiminin kurulamadığını kavramak açısından da belirleyicidir.
Türkiye’de demokratikleşmenin önündeki tarihsel engeller, yalnızca güncel kurumsal yetersizlikler veya siyasal irade eksikliğiyle sınırlı olmayıp, doğrudan ulus-devletin kuruluş sürecine içkin olan ideolojik ve yapısal kodlarla derinden ilişkilidir. Özellikle 19 Mayıs 1919’un sembolize ettiği tarihsel anlatı, bu bağlamda yalnızca bir “kurtuluş” miti değil, aynı zamanda militarist ve Türk merkezli bir egemenlik rejiminin meşruiyet kaynağıdır. Dolayısıyla, Türkiye’nin hem Kürt meselesinde demokratik bir çözüme ulaşamamasının hem de toplum-siyaset ilişkilerinde çoğulculuğu içselleştirememesinin temel nedenleri arasında bu tarihi kırılma ve onun üzerine inşa edilen resmi hafıza anlayışı önemli bir yer tutmaktadır.
Bu nedenle 19 Mayıs’a yapılan göndermelerle şekillenen resmi tarihsel anlatı, yalnızca geçmişin hatırlanma biçimini değil, aynı zamanda günümüzdeki siyasal karar alma süreçlerini de doğrudan etkilemektedir. Türk siyasal sistemi, bu ideolojik zemin üzerinde yükseldiği ölçüde, demokratikleşme süreçlerinde katılımcı, müzakereci veya çoğulcu bir pozisyon benimseyemez; aksine, dayatmacı, merkeziyetçi ve dışlayıcı bir karakter sergiler. İşte tam da bu nedenle 19 Mayıs miti, Türkiye’deki demokratik dönüşüm taleplerine karşı gösterilen direncin sembolik ve ideolojik dayanaklarından birini oluşturur.
Özcesi , 19 Mayıs’ın “kutsallaştırılmış” anlamının çözülmesi, tarihsel hafızanın yeniden yapılandırılması ve özellikle Kürt meselesinde adil ve barışçıl bir çözüm zemini oluşturulması açısından hayati önem taşımaktadır. Bu tarihsel sorgulama hayata geçirilmeden, militarizmin sivil siyaseti belirleyici konumundan uzaklaştırılması ve halkların ortak yaşamı temelinde eşit yurttaşlık ilişkileri kurması mümkün değildir.