Türkiye’ye Rojava’ya sınırlarını Amerika’nın çizdiği askeri bir harekat başlattı. Trump göreve geldiğinden bu yana Suriye’de Obama’dan devraldığı yükü sırtından indirmek, Türkiye’yi o bölgeye bir biçimde yerleştirmek ve yükü de ona bindirmek istiyordu.
ABD bürokrasisi ise buna itiraz ediyor, Trump’ın bu yönde almış olduğu kararları pratikte geçersiz kılacak adımlar atıyordu.
ABD bürokrasisi Türkiye- İsrail arasındaki sorunlar, İsrail’in güvenliği, Türkiye’nin İran politikası, Rusya ile yakınlaşması, S-400’ler ve daha birçok nedenden ötürü bölgede Türkiye’nin önünü kesmek, Rojava denkleminin de dışına itmek istiyor ve bunda ısrar ediyordu.
Trump ise başından beri tercihini Türkiye’den yana yapıyor, Türkiye’yi yeniden ABD yörüngesine almak için bir takım girişimlerde bulunuyordu.
Trump, ABD içindeki bir kesimin Gülen Cemaati ile birlikte yürüttüğü operasyonların ve 15 Temmuz darbe girişiminin kopma noktasına getirdiği ilişkileri onarmak amacıyla Erdoğan’ı tolere edecek adımları atmaktan geri durmuyor; Obama döneminde ‘Türkiye’ye haksızlık yapıldığını’ her fırsatta ifade etmekten kaçınmıyordu.
ABD bürokrasisi bu ‘tolere edici’ yaklaşımı kamuoyunda eleştiriyor, Türkiye’nin artık müttefik sayılamayacağını, ABD çıkarlarını hedef aldığını, ABD’nin düşmanlarıyla iş tuttuğunu söylüyor, Trump’a tepki gösteriyor ve sınırlandırmaya çalışıyordu.
Son iki yılda özellikle de Suriye’de yaşananlar sorunun Kürtlerle Türk devleti arasında olduğu kadar, Trump’la Pentagon ve Dışişleri bakanlıkları arasında olduğunu da gösteriyor, herkes bunun yarattığı çalkantılardan nasibini alıyordu.
Trump daha geçen yıl Suriye’den çekileceğini açıklamış ve onun bu açıklaması ciddi çalkantılar yaratmıştı.
ABD Başkanı içeriden yükselen baskılar sonucunda geri adım attı ancak amacından da vazgeçmedi. Zira Trump’ın hedefinde Çin vardı. Onun deyimiyle, ‘Amerika’yı yeniden büyük güç yapmanın’ yolu ağırlığı Pasifik’e kaydırmaktan, Çin’i sınırlandırmaktan geçiyordu. Bu yüzden Ortadoğu’da daha çok zaman ve enerji harcamak istemiyordu.
Trump Ortadoğu’da Rusya ile birlikte bir denge kurmanın arayışını sürdürüyor, ABD-RUS denkleminde Türkiye’ye de yeni misyon biçiyordu.
Dolayısıyla olan bitene bu açıdan bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Sonunda Trump bir hamle yaptı. Erdoğan’la anlaştı ve onun Rojava’yı işgal planına yeşil ışık yaktı. 9 Ekim 2019 itibariyle de Türkiye’nin Rojava’yı işgalinin önü açıldı.
Tabii, Türkiye’nin hangi bölgeleri işgal edeceği, işgal ettiği yerlerde ne kadar kalacağı ve o bölgede neler yapacağı; hangi plan ve amaç doğrultusunda hareket edeceği henüz tam olarak bilinmiyor.
Bir kısım yanıtı 13 Kasım’da Amerika’da yapılacak Trump- Erdoğan görüşmesinden sonra alacağız. Birçok sorunun yanıtını ise zaman verecek.
Aynı şekilde SDG’nin işgale karşı sürdürdüğü direnişin ve hem bölgede hem de uluslararası alanda Kürtlerin vereceklerinin tepkinin ne tür sonuçlar üreteceğini de görmek gerekecek.
Kürtlerin izleyecekleri siyasetin de geleceğin şekillenmesinde elbette bir etkisi olacak.
Onların özlemlerini, birikimlerini ve gelecek hayallerini göz ardı eden hiçbir planın sonuç vermeyeceğini; Kürtlerin özgürlük arzularını bastırarak bölgede istikrar üretilemeyeceğini baştan kabul etmek gerekiyor.
Diğer yandan 13 Kasım 2019 tarihli Trump- Erdoğan görüşmesinin 5 Kasım 2007 tarihli Bush- Erdoğan görüşmesinin benzeri sonuçlar üretmesi ihtimalini yabana atmamak gerekiyor.
Türkiye’nin Güney Kürdistan’a karşı 1991 yılından beri izlediği ‘karşıtlık-düşmanlık’ siyaseti o görüşmeden sonra değişmiş, Türkiye Erbil yönetimiyle ‘iyi ilişkiler’ kurmaya yönelmişti.
Trump’ın Rojava’ya yönelik saldırı başladığından bu yana 3 gündür yaptığı açıklamalar, Türkiye’yle bir anlaşma yapıldığına işaret ediyor. Trump’ın ‘mahvederim, yok ederim’ türü tweetleri ise Türkiye’nin içeriden bir müdahaleyle ‘sınırı aşma’ olasılığına karşı bir önlem gibi görünüyor.
Amerika Başkanı bu yüzden kapalı kapılar arasındaki sınırı bir de bütün dünyanın gözleri önünde çekiyor, buna ihtiyaç duyuyor. Trump’ı buna hem Amerika’dan hem de uluslararası demokratik toplumdan yükselen tepkilerin de zorladığı anlaşılıyor ama asıl amacının Türk devleti ve içindeki güç odaklarını uyarmak olduğu anlaşılıyor.
Sınır aşılırsa peki ne olur? Kısaca onun da cevabını vereyim; Uluslararası müdahale olur ve NATO gelir Rojava’ya yerleşir…
Üç günlük sürede bunun da çok sayıda işareti verildi.
Yeri gelmişken; Rojava’ya yönelik işgal girişimi üç günlük bu sürede birçok sonuç üretti, üretiyor.
Türkiye’nin iç siyasi dengeleri açısından bakınca durum gerçekten vahim görünüyor. Erdoğan bir hamleyle yıllardır kutuplaştırdığı,aşağıladığı ve ezdiği birçok dinamiği arkasında toplamayı başardı.
Bir avuç onurlu insan dışında sağcısı, solcusu, ulusalcısı, ümmetçisi, çevrecisiyle ‘necip Türk Milleti’ Erdoğan’ın arkasında birleşti. Ana muhalefet partisi CHP ve liderinden başlayarak Kaz Dağları’ndaki çevreci aktiviste kadar herkes Kürtlere karşı ‘savaş düzenine’ geçti…
Oysa savaşa karşı ciddi bir sese ihtiyacı vardır Türkiye’nin. İçeriden Kürtlerle eşitlik ve kardeşlik temelinde onurlu bir barışın sesi alabildiğine gür çıkması gerekiyordu ama olmadı; bütün toplumsal dinamikleriyle Türkiye bu basireti ve sağduyuyu gösteremedi…
Kürtlere gelince; Dünya insanlığının vicdanı saldırı karşısında ayaklandı. 3 gündür dünyanın dört bir yanından Kürtlere destek mesajları yağıyor. Uluslarararası demokratik toplum IŞİD karanlığına karşı insanlık adına savaşmış Rojava için ayakta ve savaş sona ermeyene kadar da duracak gibi görünmüyor.
Kürtlere yönelik sempati ve destek tavan yapmış durumda. Kürtler tarihin hiçbir döneminde insanlığın yüreğinde ve bilincinde bu kadar güçlü bir yer edinmemişler; bu kadar yaygın bir meşruiyet elde etmemişlerdi.
Bu savaşı insanlığın vicdanında Kürtler daha ilk gün kazandı.
Gerisi gelecektir; kimsenin gücü Kürtleri bir daha tarihin karanlığına itmeye yetmeyecektir…