Fırat Aydınkaya: Kürtler Açısından Kürt Sorunu Biterken!

Yazarlar

Son beş yılda Kürt toplumu değişim konusunda önemli bir eşiği geçmiş görünüyor. Özellikle yakın zaman içinde yaşadığımız baş döndürücü olaylar silsilesi Kürt siyasal kamusunu yeniden ve radikal bir şekilde değiştirmiş durumda. 

Ne var ki bu değişim dinamiğinin hanesi yalnızca Kürt baharıyla sembolize edilebilecek başarılardan müteşekkil değil. Kürt baharıyla neredeyse aynı anda görülen sert bir kış güneşi, umutla, kronik umutsuzluğu iç içe geçiren bir ruh hali çıkardı ortaya. 

Kobanê direnişi, Kerkük ilhakı, Bağımsızlık referandumun askıya alınması, Rojava’nın “emperyal hinterland”a dahil edilmesi benzeri süreçler Kürtlerin duygu dünyasını tam anlamıyla yeniden şekillendiren bir bilinç arayışına sebebiyet verdi. 

Başka milletlerin yüzyılda bir karşılaşacağı bu büyük olaylar silsilesinin Kürtler açısından beş yıla sığdırılması tam da Kürtlere özgü türden talihsizlik. Tüm bu süreçleri planlayanların esas politikası Kürtleri tıpkı Dersim isyanı sonrasında olduğu gibi yarım yüzyıla yayılacak şekilde dilsiz ve ruhsuz bir bedene mahkum etmek şüphesiz. 

Ne var ki Kürtlerin bu yıkıcı süreçlerden beklenilenin aksine ayakta kalması ve davalarının dünya çapında kabul görmesi Kürt dünyasındaki değişimi harlayan bir imkana sebebiyet veriyor.

Belki de artık Ranciêre’in bahsettiği “özgürleşme döngüsü” ile karşı karşıyayızdır. Bu döngünün bir ucu sürekli katliam ve tehditlerine değerken diğer ucu ise özgürleşme süreçlerinden beslenen bir salınım sergilemekte. 

Burada Ranciere’in bize gösterdiği esas önemli şey herhalde muktedirin döngüsüne maruz kalanların kudretsizlik döngüsünü aşma istidadı ve kabiliyetini keşfetmiş olmasıdır bir bakıma. Öyle görünüyor ki Kürtler bütün bastırma tekniklerine karşın yani son beş yıl içinde başına gelen benzersiz ulusal trajedileri “özgürleşme döngüsü” ile karşılayıp bunu yeni özgürlük alanlarına tahvil edebiliyor. 

Mamafih bütün bu özgürleşme döngüsünün beklendiği üzere Kürtleri yine yeniden değiştirdiği de açık. Daha açık konuşmak gerekirse Kürt siyasal kamusu 2015 yılından bu yana radikal bir değişim süreci geçiriyor. 

Öyle görünüyor ki 1990’lar boyunca Kürt dünyasında inşa edilen bütün anlam dünyası ve kavramlar seti, sert bir yapı sökümden geçiyor. Bunlardan en önemlisi “Kürt sorunu” söylemidir şüphesiz. Bununla birlikte Armen Garo’nun anılarına bakılırsa “Kürt sorunu” tabirini günümüze yakın anlamıyla ilk olarak devlet katından Talat paşanın kullandığını görmek ilginçtir. 

Nihayet uzun inkar yüzyılından sonra Kürt sorunu söylemi esasen 1990’ların söylemiydi ve kabul etmek gerekir ki bu söylem, inkar ideolojisinin dekonstrüksiyonu için çok iş gördü. Ve yine kabul edelim ki, bu soft söylem, sorunun komplike ağırlığını “Kürdistan sorunu”ndan “Kürt sorunu”na tahvil ettiği ölçüde hem devletin tolere edebileceği bir kavramdı hem de liberallerin bedel ödemeden Kürtlere gönül kapılarını açabileceği pürüzsüz bir kavramdı. 

Kürt sorunu söylemi bir açıdan da Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamayı idealize eden barış süreçleri ile demokratik cumhuriyet projesinin maliyeti düşük bir tanınma davetiyesiydi de. 

Ne var ki Kürt sorunu söylemi doğal olarak Kürtlerin söylemi değildi çünkü Kürtlerin “Kürt sorunu” yoktu, devletin ve devletin katlarına temas eden inkarcı kitlelerin Kürt sorunu vardı. Bu sebeple Kürt sorunu esas olarak inkarcı ideolojileri yarma ve tanınmayı salık veren inşa döneminin söylemiydi. Bu söylem sayesinde Kürtler, inkarcı sistemde delik açtılar hatta bir başbakana “Kürt realitesini tanıyoruz” bile dedirttiler.  

Her ne kadar kabul etmekte zorlansak da aslında Kürt sorunu söylemi o gün miadını doldurmuştu. Öbür yandan bu andan itibaren bu söylemin bir maliyeti de oluşmaya başladı. Başka bir ifadeyle Kürt sorunu söylemi muhteva olarak Kürtlerin bütün ulusal hak taleplerini liberalizmin fark, tanınma ve insan hakları felsefesinin içine gömüp minimalize eden iyi niyetli bir asgari söyleme dönüşürken, buna mukabil kolonyalizm diskuru neredeyse sağ ve sığ bir tutum olarak görüldü. 

Yani Kürtler, devlet tarafından yasal tanınmayı, anadilinin kabul edilmesini, Türk kardeşleri tarafından kendilerine hiç değilse empatiyle bakılacağı umuduyla ve daha önemlisi sorunlarını mümkün mertebe barışçıl bir iklimle çözmek için bu kavrama alıştılar ve sahiplendiler. Ne var ki barış süreci Kürt sorunu söylemine tanınan son büyük şanstı. 

Lakin Kürt sorununun barış iklimi içinde hiç değilse liberal ölçekte çözülmesi beklenirken Kobani süreci kelimenin tam anlamıyla dönüm noktası oldu bu manada. Kobani sürecinde “düştü, düşecek” lapsusu, bağımsızlık referandumu sürecinde açlıkla terbiye söylemleri ve son olarak Rojava’ya fetih süresi eşliğinde yapılanlar Kürt siyasal kamusunun gözünde “Kürt sorunu söylemini” neredeyse bitirdi. 

Kürt sorunu söylemi şimdilerde bir kısım liberallerin, insan hakları felsefesine hala umut bağlayanların, iyi niyetli sol siyasetlerin ve orta sınıf üzerine temellük eden legal Kürt siyasetinin tepe yöneticilerinin sembolik sermayesi olarak neredeyse marjinal bir söyleme dönüştü.               

Bu değişimi mümkün kılan ve hatta hızlandıran bir başka faktör ise Kürt siyasetinin karar vericilerinin yapması ve yapmaması gereken bir dizi tavırla da bağlantılıdır kuşkusuz. Kürt siyasetçilerinin kıyamet süreçlerindeki pasif ve negatif siyaset tarzları da Kürt kitlelerini yeni arayışlara ittiği açık. 

Bu sebeple bahse konu son beş yıllık süreçte Kürt siyasal kamusu sadece bu yenilenen kolonyal iştahla değil değişik parçalardaki Kürt siyasetinin anlaşılması güç siyasi tavırlarıyla da yüzleşmek zorunda kaldı. 

Örneğin son Rojava sürecinde, legal Kürt partisinin sarkastik tavırları Kürt kitlelerini hem ruhen hem de siyasal söylem olarak tatmin etmekten epey uzaktı. Öyle görünüyor ki, Kürt kitlelerindeki bu tarihsel değişimi Kürt siyaseti henüz tam farkında değil ve bu değişime ayak uyduramadığı çok açık. 

Kürt kitlelerinin sınıfsal olarak da keskin bir değişim yaşadığı gözlerden kaçmamalı. Özyönetim süreçleriyle Kürt yerleşim yerlerinde Kürtsüzleştirme ile mülksüzleştirme politikasının aynı anda cari edildiğini gördük. Bu süreçte Kürt orta sınıflarına dönük mülksüzleştirme siyaseti bu sınıfların iktisadi statüsünü üst orta sınıftan, alt orta sınıfa veya proleterya seviyesine düşürerek açlıkla terbiye etme noktasına gelindi. 

Devrimci köylü kitleleri ise uzun süren hapis ve yurt dışına sürülme operasyonlarıyla hem yersiz yurtsuzlaştırıldı hem de iktisaden açlığa mahkum edildi. Şehirdeki Kürt yoksulları ise meskenleri, mahalleleri elinden alınıp kitlesel tenkile maruz bırakılarak bir lokma ekmeğe muhtaç hale getirildi. 

Keza Afrin, Rojava süreçlerine eşlik eden şey yalnızca fetih süresi değildi, talan ekonomisiyle Kürt kitleleri hem mülksüzleştirildi hem de buralar Kürtsüzleştirildi. 

Tüm bu alt üst oluşların Kürt kitleleri yeni bir arayışa sevk ettiği açık. Bu arayışa eşlik eden şey büyük oranda ideolojinin geri çekilmesi ve içi welat ülküsüyle muhkemleşmiş Kürtlüğün yine yeniden keşfi oldu. 

Daha açık konuşmak gerekirse inşa döneminin Kürtlüğü kabuk değiştirip yeni bir aşamaya geçmiş bulunuyor. İnşa dönemindeki Kürtlük her inşa söylemi gibi tanınma ve tanıtmayı esas alan “ben kimim” söylemine yaslanmıştı. Bu söylem doğal olarak kolonyal arzuyu afişe etmeye, onu yarmaya çalışan ve bu arzuyu yerinden etmeye dönük bir karşıla(ş)ma epiğiydi. 

Kurumsallaşma dönemine geçtiğimiz Kürtlük aşaması ise muhteva olarak daha farklı bir ethosa denk düşüyor. Bir taraftan Kürtlerin birliğini sağlamaya adanmış yeni imkan ve icatlar öbür yandan tarihte ilk kez oluşmaya başlayan parçalar üstü duygu birlikteliğini esas alan Pan-Kürdist ruh iklimi. 

Ne var ki kurumsallaşma dönemi Kürtlüğünün henüz ruşeym halinde seyrettiğini ve oldukça kırılgan bir ruh haline sahip olduğunu da eklemek gerekiyor. Bu yeni Kürtlük, “kardeşlik edebiyatı”nın yerine eşitliği, demokrasi yerine özgürlüğü, yerelin yerine evrenseli esas alıyor. Böyle olduğu ölçüde yeni Kürtlüğün muhtevası kolonyalizm karşıtlığını yeniden keşfediyor. Ezcümle bu yeni kolonyalizm karşıtlığını domine eden temel faktör bir imkan olarak Kürt ulusal birliğinin ne pahasına olursa olsun tesisidir.    

Hülasa Fanon’un “beyazların dünyasına ne pahasına olursa olsun, bir siyah medeniyetinin varlığını ispat etmek” şeklinde siyahların başlıca çilesi olarak imlediği beyhude çaba Kürtler için geride kalmış görünüyor. 

Kürtler bir anlamıyla 90’lardan bu yana bütün enerjisini hasrettiği “Türk dünyasına ve devlete Kürtlerin varlığını ispat etme” aşamasını geçmiş bulunuyor. Dünya siyasal kamusunun Kürtlerle giderek daha fazla hemdert olduğu bu süreçte bu çabanın anlamsızlığı da tescillenmiş oldu. 

Velhasıl geldiğimiz noktada “kendi durumunu sömürgeciyle uyum ve birlik içinde değiştiremeyen sömürge insanının yapabileceği ne kalmıştır geriye” diye soran Memmi’nin sorusuna cevap aramak yeni değişim ruhunun önündeki en büyük hakikat olarak duruyor…

İlginizi Çekebilir

Sibel Özbudun: ”Kızıl’ı Mor’a Boyamak” Mı? Hayır, Teşekkürler!
Müslüm Yücel: Değerli ağabey…

Öne Çıkanlar