19’uncu yüz yılı 20’inci yüzyıla bağlarken üç büyük şair karşılar bizi: William Butler Yeats (1865- 1939), T.S. Eliot (1888-1965) ve Ezra Pound (1855- 1972). Bu üçü de edebiyatı, salt şiir değil, roman, hikaye, tiyatro ve kısmen resim ve müziği de derinden etkilemişlerdir.
Üçüyle ilgili- özellikle İngilizce- devasa kitaplar mevcuttur ama Türkçe okur geniş bir biyografik bilgiyi sahip değildi. Bu açığın kapatıldığına dair kimi ayak sesleri geldi, iki kitap yayımlandı; ilki Alec Marsh’in yazdığı Ezra Pound (YKY, İstanbul 2015), ikincisi John Worthen’in Bir Şairin Yaşamöyküsü: T.S. Eliot ( İthaki yay., İstanbul 2017).
Bu iki kitabın bileşkesini oluşturan Yeats ise hala bir kenarda duruyor. Dahası, biri eksik kaldığında diğeri de eksik kalıyor. Bu yüzden yazıya, Yeats’le başlamak istiyorum.
Yeats umut ve bellek açısından sanata bakar ve onun için sanat, umut ve bellekten doğan bir kız çocuğuna benzer. Bakir ve dokunulmazdır. Bir keresinde şöyle seslenir: Biraz benimle kal.
Kalmak Yeats için tefekkür halidir. Burada kalmak, burada yaşamak. Burası büyülü bir dünya verir ona ve o bu dünyadan başka dünyalara açılır. Tefekkür açılmadır; kendinden hareket etmedir; bu yüzden Yeats, pek çok tefekkür ocağına (bütün doğu din ve felsefeleri) doğru yol alır. Ghost Kulüp’e üye olması, Mohini Chaterje’den Hinduizm ile ilgili dersler alması, falcı bir kadınla evlenmesi bundan olsa gerektir. Bundandır.
Yeats ve T.S. Eliot burada birbirlerinden ayrılırlar. Eliot, kendisine şiir verecek, bir ata arar ve İngiliz edebiyatında böyle bir ata ile karşılaşamaz. Bu yüzden, yüzünü Fransız edebiyatına çevirir. Ancak Yeats, yüzüne kendisine çevirmiş ve bu haliyle, kendine bir üslup edinmiştir ve üslup taklit edilemez.
Pound ise ikisinin kimi zaman bileşeni, kimi zaman da tuhaf bir ayrışanıdır. Şiir için söyleyecek olursam, dibe bakar Pound; örneğin onun için gül demirin pasıdır. Bazen, yüzeyselleşir, tutku, minnet altında bırakmaktır. Üçü arasında girip gelirken, elbette Pound’un ruhu bizi karşılar. Nedir ki bu? Parlak pus altında solgun (bir) kırım).
Yeats’in şiire ilgisi her zaman konuşulmuştur. Eliot, Londra’ya geldiği zaman Yeats’in genç şairlerle buluştuğunu ve bu buluşmalardan keyif aldığını söyler. Bu görüşmelerde Yeats şairi değil, şiiri önemser. Eliot’un deyimiyle “sanat, sanatçıdan büyük ve önemli” olmuştur.
Yüzyılın başlarında Pound, Yeats için Amerika’dan İngiltere’ye gelir. Pound hem Yeats’i etkiler, hem de ondan etkilenir. İlk başta Yeats’in sekreteri olan Pound daha sonra Yeats’in tek arkadaşı olur. Dostluk ilerler, sonra aynı evde oturmaya vardırırlar işi. Yeats’in Pazartesi günleri düzenlediği şiir etkinliğinin aranan konuğu Pound olur. Kısa süre içinde Pound, Londra’da kümelenen edebiyat çevrelerini etkiler. Eliot’un The Waste Land (Artık İşe Yaramaz Toprak) şiirinin editörlüğünü yapar, imgecilik akımını geliştirir.
Pound olduğu yerde durabilen bir şair değildir. Bir süre sonra ırkçı kimliğiyle dikkat çeker. Sanatçılar da onun için “ırkın antenleridirler.” Buna da Pound 1920’de etnolog Le Frobenius’un (1873- 1938) doktrinlerini inceleyerek ulaşır; onun “mistik ırk” yorumuna sıkıca bağlanır. Pound için kültür, ırkın ürünüdür ve her ırk kendine özgü bir ruha (paideumu) sahiptir; bu ruhun bekçileri de sanatçılardır.
Düşüncelerinin karşılığını ise Mussolini de bulur, 1924’de İtalya’ya yerleşir. 1933’de Mussolini ile karşılaşır, moneter (ekonomi de yol gösteren, mitoloji de tanrıça Iuno’nun sıfatı) bir reformla ilgili fikirlerini iletir.
Mussolini, Pound için, plutokrasiyi (Oligarşi) deviren bir devlet adamı olmanın çok ötesinde, politikayı bir çeşit sanat haline getiren biridir; 1935 yılında yazdığı Jefferson ve/veya Mussolini adlı kitapta şunları söyler: “Mussolini’nin mahkemesi, eğer yaratıcılığı, kuruculuğu göz önünde bulundurulmazsa geçerli olamaz. Bir sanatçı olarak muamele edin, tüm detayların yerli yerine oturacağını görürsünüz. Faşist devrim, bazı özgürlüklerin muhafazası, belirli bir kültür seviyesinin ve hayat kurallarının korunması içindir.”
Pound, Mussolini’yi Hitler ve Stalin’den ayrı tutar. Evet, o da diktatördür ama Pound için o “iyi niyetli bir diktatördür.” Onu “hakça bir banka” olduğu iddia edilen Siena’nın Monte dei Paschi kurumunun kurucusu Tuskanalı Ardidük Leopard’a da benzetir. Seneler sonra Umberto Eco’da, ayrı olsalar da benzer şeyler söyler: “İtalyan faşizmi elbette bir diktatörlüktü, ama tam anlamıyla totaliter değildi; ılımlı oluşundan değil, ideolojisinin felsefi zayıflığından.”
Mussolini’nin öldürülmesinden sonra Pound, Amerika’ya dönmek ister ama İtalyan partizanlar tarafından bırakılmaz. Pisa’da bulunan Amerikan kampında tabanı beton ve gece boyunca aydınlatılan demir bir kafes içersine kapatılır, kimseyle konuşturulmaz. Adalet Bakanlığı’nın tetkiklerine göre Pound’un kişilik sorunları vardır. Ayrıca radyo programlarıyla faşizmi açıkça desteklemiştir. Pound, 13 yıl akıl hastanesinde tutulur, 18 Nisan 1958’de serbest kalır.
Serbest kaldıktan sonra kendisiyle söyleşiler yapılır ama pek konuşamaz. Yalnızca “kendi payıma ben, hiçbir şey bilmediğimi biliyorum” der. Buna karşılık “Konfüçyüs’ü incelerken ya da Kantolar’ın dev boyutlarıyla uğraşırken, her şeyi biliyor gibiydiniz” şeklindeki soruya da, “evet, gerçekten öyle, doğrusu şu, yineliyorum: Kuşkunun bilincine çok geç vardım.” Bunları söylerken 78 yaşındadır. Söyleşi Pound’un şu sözü ile biter: “Artık beni yaşama bağlayan hiçbir şey yok.” Son şiirlerinin birinde de bu duyguyu dile getirir: “Yanlışlarım ve yıkıntılar çevreme yayılmış/ Ve ben bir yarı tanrı değilim/ Tutarlı olamıyorum.”
Pound’un dünyasında insan yaşadığı dünya ile birlikte kaybolmuştur; insan şiddet uygulayan, aldatan, pişmanlıklar üzerine hayatını bina eden bir varlığa dönmüştür. Kantolar’dan önceki eserinin adı Personae (oyuncu maskesi) bile isteyene kimi ipuçları verebilir. Bu yüzden eski ile kendi zamanın yenileri arasında gidip gelir; bir yüzünde Konfüçyüs (MÖ, 551- 479), diğer yüzünde Ericco Maletesta (1853- 1932) ve Adams Smith (1723- 1790) gibi kimseler vardır; Homer zamanı (Odysseus) ve Babil Kulesi’ne de uzanır; bunlar, onda bir kalemde yaşar. Bir sürü gelenek sunar ama, kendisine ait bir geleneğe ulaşamaz, yoktur. Komik bir örnek olduğu için yazıyorum; Hemingway, Nobel ödülünü alınca, bu Pound’un hakkıdır der, ona vermek ister. Pound, güler, benim buna ihtiyacım yok ki… Hemingway’ın vardır.
Bu anlamda etkiyi öne çıkartır Pound; iyi bir sanatçı ona göre ya borçlu olduğunu kabul edecektir ya da bunu gizleyecek kadar dürüst olmalıdır. Pound’un şiiri tarihten, din ve mitolojiye, ekonomiden siyasete kadar pek çok alana dağılır. Kantolar ve diğer pek çok şiir bu yüzden bir atlas, bir ansiklopedi olmadan okunamazlar.
Pound’un eski Çin’e ve Çince’ye ilgisi Avrupa merkezlidir; dünyanın neresinde olursa olsun, duyarlılıkların insan doğasının bir parçası olduğu yönündeki fikirdir bu ve Pound, Kulchur Rehberi’nde (1938) Konfüçyüs geleneğinin, Aristo Yunancasına oranla tutarlı bir ahlak ve uygarlık rehberi olduğunu söylerken bile, Avrupa merkezli aydınlanmanın etkisi içindedir. Yaşamın son yıllarında bu bağı kopartmak istemiştir; Babil ve Ortadoğu ile ilgili incelemeler yapmış, Akdenizli edasını bırakmıştır. Yorumculara göre, bu eda ile bağlarını çoktan koparmıştır. Yeats de, salt bu yüzden umutsuzlukla “merkez tutamıyor” diyecekti. Haklı mıydı? Belki.
Eliot, Yeat ve Pound arasında kalan; bazen ikisinden ileri bazen da geri, üçüncü kişi olarak anılan bir şairdir. Bilinci Pound’a daha yakındır; tıpkı Pound gibi o da bilincinin bölündüğünü ve dünyadan kopmuş duygusu verir. Pound’un bölünmüşlüğü fizikseldir ve bu fiziksellik dıştan içe, içten dışa sürekli savrularak ifade edilmiştir, bir sürgünün bölünmüşlüğü vardır; bu bölünmüşlük bir süre sonra ruhuna işler.
Eliot yerleşik olanın ruhsal bölünmüşlüğü içendedir; kayıp değildir, olduğu yerde kendini arama hali vardır onda. Eliot, komşularından bakar şiire ve kendine: Fransa, biraz ilerde Almanya ve Dante etrafında (Ortaçağ için) İtalya; görmediği zamana uzanmaz. Tarih konusunda da Pound gibi güne- birebir olay ve liderlere inmez, çünkü- ve belki, memnundur zamanın siyaset ve ekonomisinden; şiirin bir bileşeni olarak tarih tinseldir, burada bir parça doku aranır. Din ise Eliot’ta, tutkaldır; dünya, sözün açığa çıktığı bir yerdir ve bunu belirleyen, dile getiren dindir.
Eliot’un şiir karakterleri vardır ve bunların çoğu bildiğimiz kimseler değillerdir ama bir yerde görsek tanıyacağızdır onları. Kahramanlar rahatlıkla mitolojinin bize sunduğu kahramanlarla birleşebilirler. Bunların ve Eliot’un görevi çözülmüş olanı şiir üzerinden bize söylemektir. Çözülmüş olan dinsellik ve zekâdır; Eliot’un şiiri burada başlar; hayal ve sezgi. İnsan, Tanrı’dan kopuktur, yalnızlık onun kaderidir. Mükkemel insan da yoktur ama bunu arayabiliriz.
Eliot nazmı düşünürken, şunu söyler: “Yalnızca gerçekle uğraşılabilir.” Bu yüzden sözü fazla uzatmadan başlangıç yaptığım Alec Marsh ve John Worthen’in kitapları ile yazıyı bağlayabilirim. Eliot biyografisi doğrudan şiiri üzerinden kurulmuş ve özel hayat ile şiirin ayrılmazlığı sanki belgelenmiştir.
Eşi ve annesi ile ilişkisi; acı ve ihanetler. Kitapta şiir üzerinden dile gelmiştir. Bernard Russel’in eşine sırnaşması, ihanet ama buradan garip bir şekilde şiir üste çıkmıştır. Yazıcının yorumu: “Vivien Tom’u bir erkek olarak mahvetmiştir” ama onu “şair de” yapmıştır. Daha pek çok bilgi, iç burkutucu ama hepsi de şiirin kaynağı olan acı… Eliot, Dıştan en güzel Eliot yorumu da dostu Virginia Woolf tarafından yapılmıştır: “(o) bükülmüş ve kapanmış bir ağız”dır. Şairdir; ne felsefe ne de siyaset adamı!
Pound ise bütün şiirlerine hakim olamadığım/ okuyamadığım biri ama tek bir ifade: Ruhsal işkence/ Bir din oluşumu.
Bu kadar.