“Fotoğraf bir gerçek ve sinema bir saniyede 24 kez gerçek.”[1]
Sinema veya Yedinci Sanat hikâyesi, Fransız Auguste ve Louis Lumière kardeşlerin, sinematograf aygıtını icadıyla başladı; gölge oyunlarını saymazsak…
İlk biletli ve halka açık film gösterimi, 28 Aralık 1895’de Paris Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de, sinematograf’ın mucidi Lumière kardeşler tarafından gerçekleştirildi. Filmde bir trenin gara girişi gösterilmekteydi…
İlk filmi çeken Georges Miles idi.
İlk sesli film ise, 1927’de Al Jolson’un oynadığı caz şarkıcısıydı…
Yedinci Sanat, o gün bu gündür varken; sinemasız bir hayat düşünülemez oldu…
Kolay mı? Sinema kamerasından saniyede 24 kare geçerken; ve sinema hareketli görüntülerle hikâye anlatma sanatıyken; fotoğraf gerçek ise sinema da saniyede 24 kez gerçektir…
Perdeye yansıyan hayallerde ve bir yönetmenin imgeleminde insanın kendi içinde hiç bilmediği diyarlara yolculuğa çıkaran sinema, görüntü ve ses yoluyla derdini anlatan bir sanat; hepimizde derin izler bırakan bir etkinlik dalıdır: “Unutamadığım film(ler), sevdiğim yönetmen(ler), sevdiğim oyuncu(lar)…” tümcesindeki üzere…
Evet sinema sanatların en kapsayıcılarındandır. Müziği de, resmi de, edebiyatı da, tiyatroyu da bünyesinde toplar. Bunları öyle bir sindirir ki, bunların aritmetik toplamından çok daha öte bir sanat dalına dönüşür.[2]
Sinema bir aynadır. Bu aynadan yansır hayat izleyicinin zihnine. Bu aynadan yansıyan görüntü gerçekliğe ne kadar yakınsa, o aynayı elinde tutan yönetmenin eseri de o kadar kalıcı olur. Kimi yönetmenlerin aynasından yansıyan görüntü renklidir, parlaktır, göz alıcıdır. Seyrederken mest eder.
Ama biz o sanallıktan çıkıp da gerçeğin gri dünyasına döndüğümüzde bir buhar gibi uçup gider zihnimizden. Gerçeği olduğu gibi yansıtan her film karesi ise, gerçek hayatta benzerine rastladığımız her anda bir kez daha kazınır zihnimize. Filmdeki gerçeklik değişmeden kaldığı sürece, film bize fısıldamaya devam eder geçmişten…
İşte o fısıltılardan bende kalan(lar), “Ben bir kavga adamıyım. Sinemam da bir kavganın, halkımın kurtuluş kavgasının sinemasıdır… On binlerce, milyonlarca insan beni izler; hedefim onların sevgisine layık olmak, farkında olmadıkları şeyleri göstermek, onları uykularından uyandıracak filmler yaparak toplumsal mücadeleye katmak için çalışırım,” diye haykıran Yılmaz Güney’dir mesela…
* * * * *
Bir de, “Sinema dünyadaki en güzel hiledir.” “Sinemanın ve daha genel olarak sanatın kaybolduğu, artık var olmadığı bir zamandayız.. Bir şekilde yeniden icat edilmeleri gerekir,” vurgusuyla hepimizi “i. Politik filmler yapmalıyız… ii. Filmleri, politik bir şekilde yapmalıyız… iii. (1) ve (2) birbirine karşıttır ve birbirine zıt iki ayrı dünya görüşünün ürünüdür… iv. (1), idealist ve metafizik bir dünya görüşüne aittir… v. (2), Marksist ve diyalektik bir dünya görüşünün ürünüdür… vi. Marksizm, idealizme; diyalektik, metafiziğe karşı mücadele eder… vii. Bu, eski ile yeninin, eski fikirlerle yeni fikirlerin mücadelesidir… viii. İnsanın toplumsal varoluşu, onun düşüncesini şekillendirir… ix. Eski ile yeninin mücadelesi, sınıflar mücadelesidir,”[3] uyarısıyla belleklerimizde kalıcı yer edinen Jean-Luc Godard…
Onu her sinemasever tanır. Adı çok farklı duygular uyandıran, karşıt tepkilere yol açan İsviçreli Godard, Fransız Yeni Dalga akımının öncülerindendir. ‘A Bout de Souffle’ (1960) ‘Le Mépris’ (1963) ‘Pierrot le Fou’ (1965) gibi kült filmlerin yönetmenidir. 1968 baharında, Fransa’daki büyük öğrenci ayaklanmasına destek veren, Cannes Festivali’nin perdelerine tırmanarak etkinliğin o yıl durdurulmasını sağlayan yönetmenlerin başında gelen efsanevi bir kimliği vardır. Koşulsuz hayranları için katıksız bir deha, devrimci bir “auteur/ yazar”dı.
* * * * *
Ya sessiz sinemanın unutulmaz siması Charlie Chaplin…
İlk sinema ikonu olarak adlandırabileceğimiz Charlie Chaplin için kendi döneminin İsa’dan sonra en tanınmış insanıydı, derler. Mübalağa mıdır bilemeyiz. Yine de Chaplin’in kendinden önceki hiçbir sanatçının başaramadığı kadar emekçi kitleler tarafından tanındığını, sevildiğini, sahiplenildiğini söylersek gerçeği çarpıtmamış oluruz.
Sinema, Chaplin’den sonra da nice kahraman yarattı. Bunların çoğu Chaplin’den defalarca kat fazla tanındı, kimisi Chaplin’den fazla sevilmeyi de başardı. Fakat hepsi kendi on yılının kahramanı oldu. Diğer on yıla geçildiğinde ise kitlelerin gönlündeki yerlerini terk edip sinema koleksiyoncuların arşivlerine çekildiler. Hiçbiri, zamanın acımasız rüzgârına Chaplin’in ‘Küçük Serseri’sinin melon şapkası kadar dayanamadı.
Chaplin’in o kadar çok anlatılmaya değer eseri var ki bu görevin altından layıkıyla kalkmak bu yazının sınırlarını çok aşar. Mesela ölümsüz ‘Modern Zamanlar’ ve ‘Büyük Diktatör’ gibi…
* * * * *
Ya da Andrzej Wajda…
“Batırın kalemlerinizi kanıma, yazınızı öyle yazın! Wajda Polonya’yı terk etmeyecek!” sözü akıllara gelir ilk önce Ondan söz edince… Zaten hiç çıkmaz ki! ‘Danton’ filmini çekmek için Fransa’ya gitmişti. Sistemi eleştiriyordu, “Polonya’dan ayrılıyor mu?” diye soran gazetecilere verdiği yanıttı bu.
- yüzyılın ikinci yarısında dünya sinemasına damgasını vurmuştu.
Babası katledilen, 16 yaşında Nazi işgalinde direnişe katılan çocuktan, Polonya edebiyatıyla beslenen, sinema tarihinin geçmişiyle zenginleşen bir ustaya dönüştü. (‘Küller ve Elmaslar’ çocukluk anılarından kaynaklandı.)
Polonya geleneğindeki romantizmi ve Slav hüznünü tüm filmlerine kattı. 40’ların ABD sineması ve İtalyan yeni gerçekçilik akımından, De Sica, Visconti’den etkilendi. Tartışmayı, eleştiriyi hiç gözden kaçırmadı. Ama her şeyden çok ruh derinliğini araştırdı ve vurguladı. Bunlar onun biçemini de belirleyecekti: İnceden inceye işlenen bir barok stili…[4]
Her tür baskıya karşıydı. Wajda öldü deseler de inanmayın… Filmleri, oyunları yaşıyor…
* * * * *
Sonra sinemanın epik şairi Theo Angelopulos…
Modern Yunan tarihi ve siyasetini ustalıklı alegorilerle beyaz perdeye taşıyan Theo Angelopulos, görkemli ve hüzünlü estetiği, kadim mitlere göndermeleri, uzun ve genel planlara dayanan diliyle XX. yüzyılın sinema tarihine geçti. Filmlerinde göçmenleri, sürgünden eve dönenleri, yaşam ve ölüme dair derin duyguları, geçmişle şimdinin ve gerçekle nostaljinin iç içe geçtiği hikâyeleri ele aldı. Yunanistan’ın ekonomik krizi hakkındaki filmi Diğer Deniz’in çekimleri sırasında Pire’de bir motosikletin çarpması sonunda yaşamını yitirdiğinde 76 yaşındaydı…
* * * * *
Sinemanın en önemli ustalarından, ‘Performance/ Gösterim’, ‘Don’t Look Now/ Karanlığın Gölgesi’, ‘Walkabout/ Sonsuz Çöl’, ‘The Man Whol Fell to Earth/ Dünyaya Düşen Adam’, ‘Bad Timing/ Kötü Zamanlama’ gibi unutulmaz filmlerin yaratıcısıydı 90 yaşında hayata veda eden İngiliz yönetmen Nicolás Roeg…
15 Ağustos 1928’de Londra’da doğan Nicolás Roeg sinema kariyerine kameraman olarak başladı. David Lean’in sinema tarihine geçmiş görkemli filmleri ‘Lawrence of Arabia/ Arabistanlı Lawrence’ ve ‘Dr. Zhivago/ Dr. Jivago’ gibi filmlerde ikinci takım yönetmeni ve kameramanı olarak çalışan Roeg, Fransız Yeni Dalga akımının önde gelen isimlerinden François Truffaut’nun ‘Fahrenheit 451’ adlı filminde de görüntü yönetmenliği yaptı.
Yönetmen olarak ilk filmini ise 1960’ların sonunda çekecekti: ‘Performance’. Bugün adını çok az kişinin hatırladığı Donald Cammell’ile birlikte yönettiği ve başrolünü Rolling Stones grubunun karizmatik solisti Mick Jagger’ın üstlendiği ‘Performance’ o denli tuhaftı ki Warner Bros. stüdyosu yetkilileri ne yapacaklarını bilemeyip filmin vizyonunu ertelediler ve ancak kendileri yeniden montajladıktan sonra 1970’de dağıtıma soktular. Henüz ilk filmiyle yapımcıları taca çıkaran Roeg böylelikle sıradışı, cüretkâr ve zorlu bir kariyerin de ilk adımlarını atmış oluyordu…
Yönetmenlik kariyeri 40 yıla yaklaşsa da asıl büyük filmlerini 1968 ile 1980 arasında kalan kısa dönemde çeken Nicolás Roeg’un son başyapıtı olarak kabul edilen film, başrollerini evlenerek hayatını birleştireceği Theresa Russell ve yine müzik dünyasından Art Garfunkel’ın üstlendiği ‘Bad Timing’ oldu. Üç kez Cannes Film Festivali’nde yarışan ama ilginç bir şekilde Yaşam Boyu Başarı Ödülleri hariç hiç önemli bir ödül kazanmayan, Oscar’a ise aday bile gösterilmeyen Nicolás Roeg, sanat sinemasının büyük vizyonerlerinden biri olsa da ana akım sinemanın ve sektörün çoğunlukla görmezden gelmeyi tercih ettiği bir yönetmen oldu.[5]
* * * * *
26 Kasım 2018’de kaybettiğimiz Bernardo Bertolucci, ‘Son İmparator’, ‘Paris’te Son Tango’ gibi unutulmaz filmlerin yönetmeniydi…
1941’de Parma’da dünyaya gelen ve 77 yaşında kansere yenik düşen Bernardo Bertolucci’nin sinemadaki ilk işi ünlü yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin ‘Accatone’ filminde yönetmen asistanlığıydı. Babası gibi şair olmak istese de ve yazdığı ilk kitabıyla önemli ödüllere layık bulunduysa da Bernardo Bertolucci’nin geleceği sinemadaydı.
“O önemli yönetmendir. Freud ve Marx’tan etkilenmiştir ve filmlerinde bu iki düşünürün izleri bulunur. Çoğu entelektüel gibi o da son dönemlerinde dünyanın gidişatından, reel sosyalizmin çöküşünden etkilenmiş, giderek ‘konformist’ biri olmuştur (Il Conformista!).”[6]
Sinemayla bağı 1961’de tanıştığı sinema yönetmeni Pier Paolo Pasolini’nin ‘Dilenci’ filmiyle başladı. Bu filmde yönetmenin asistanlığını yaptı ve ardından ‘Sıska Vaftiz Anası’nı yazdı. Bertolucci filmlerinde yapmaya çalıştığı şeyi, “Benim için film yapmak, anne babasının yatak odasında nelerin döndüğünü anahtar deliğinden izleyen çocuğun yaşadığı gerilimi verme sanatıdır,” cümlesiyle tanımlar.
Bertolucci’nin tartışmalı filmleri arasında Paris’te Son Tango da yer alıyor. Filmin baş aktristi Maria Schneider’ın 19 yaşındayken rol aldığı filmin çekimleri sırasında, rızası dışında cinsel ilişkiye mecbur bırakıldığı iddiası yönetmene tepki gösterilmesine neden olmuştu.
Bertolucci, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ni Fransız Yeni Dalgası’yla harmanlandığı bir dönemde yedinci sanata dâhil olduğundan, bu dönüşümün etkilerini filmlerinde izleyiciye hissetirdi. Onun Fransız Yeni Dalgası’nın kurucu temsilcilerinden Jean-Luc Godard’a hayranlığı ise bir bilinen bir gerçek. İtalyan faşizmi odaklı temalara sahip filmlerinde yaptığı derinlemesine analizlerle bireylerin kendilerine söylemekten kaçındığı, konuşulmayan, tartışılmayan toplumsal sorunları hedef hâline getirir.
Beat Kuşağı’nı anımsatan ve uç noktalarda gezinen cinsellik tasviri de filmlerinin bir parçası olan yönetmen, bir diğer tabuyu da sisteme, geleneğe ve alışıldık yaşam biçimlerine muhalif kitleleri temsilen çizmiş olduğu karakterleriyle yıkar.
Bertolucci, Pasolini’nin asistanı olarak başladığı sektördeki ilk çıkışını, Sergio Leone’un yönettiği 1960’ların ünlü Western filmi ‘Bir Zamanlar Batı’da filminin senaryosunu yazarak yapar. Yazıp yönettiği ilk uzun metraj filmi ‘Devrimden Önce’ filmi ise, 1970’te yönettiği ‘Il Konformista’nın elde ettiği başarı sayesinde fark edilir.
Siyah beyaz ilk filmi olan ‘Devrimden Önce’ ile sinemasal hamleleriyle çağdaşı olan sinemacılardan farklı bir beklenti oluşturan Bertolucci, seyircisine sonrasında çektiği her filmde “Acaba şimdi ne yapacak?” sorusunu sorduran yenilikçi bir yönetmendi.
Ancak 90’lı yıllardan itibaren kariyeri eski parlaklığını yitirmeye başlayan Bertolucci, ‘Sheltering Sky/ Çölde Çay’, ‘Little Buddha/ Küçük Buddha’, ‘Stealing Beauty/ Çalınmış Güzellik’, ‘The Dreamers/ Düşler, Tutkular ve Suçlar’, ‘Me and You/ Ben ve Sen’ gibi filmlere imza attı. 2007’de tüm kariyeri için Venedik Film Festivali’nde bir Altın Aslan; 2011’de de Cannes Film Festivali’nde özel bir Altın Palmiye ödülü aldı.[7]
* * * * *
Ve kimilerine (ve bana) göre de bir hain, kimilerine göre bir deha; “Zülfü Livaneli’ye göre ise aslında o da bir kurban…”
Evet, kimilerine göre pişmanlık içinde hayatını yaşamış bir hain, kimilerine göreyse değeri anlaşılmamış bir deha nitelemeleriyle Hollywood’un unutulmazları arasına giren filmlerin bir kısmında onun imzası var ve Anadolu kökenli bir Rum olarak gittiği ABD’de şan, şöhret, para gibi meseleleri çoktan hâlletmiş ama vicdanıyla baş başa kaldığında hep içinde derin bir sızı hissetmiş bir yaratıcı Elia Kazan.”[8]
* * * * *
Sonra da birkaç oyuncu içinden çocukluğumda (Brigitte Bardot’ya rağmen) Çorum’un Turan sineması ekranında vurulduğum Jeanne Moreau…
1962’de çevirdiği ‘Jules ve Jim’ filmiyle büyük ün kazanıp; kısık sesiyle de tanınan O, dünyaca ünlü yönetmenlerle çalışmış ve hepsinden büyük övgü almıştı. Bu yönetmenler arasında Orson Welles’in yanısıra, Michelangelo Antonioni, Tony Richardson ve Luis Buñuel de bulunuyordu.
O, özellikle “Yeni Dalga” akımının en önemli yönetmenlerinden Francois Truffaut’nun 1962’de çektiği kült film ‘Jules ve Jim’deki rolüyle tanınırdı.
Jeanne Moreau, Catherine Deneuve ve Brigitte Bardot ile birlikte kuşağının üç büyük Fransız kadın oyuncusundan biri olarak tanınıyor. Eleştirmenler, II. Dünya Savaşı sonrası Fransız sinemasının onsuz düşünülemeyeceğini söylerken; haksız değillerdi.
Louis Malle, Francois Truffaut ve Jacques Demy gibi birçok Fransız yönetmenin, başarılarını Moreau’ya borçlu olduğu düşünülürken; 80’li yaşlarına kadar oyunculuğu bırakmayan Moreau, “Fiziksel güzellik bir yüz karasıdır” sözüyle anımsanırdı.
Jeanne Moreau’nun iz bıraktığı filmlerden bazıları; Jean-Luc Godard’ın yönettiği, ‘Kadın Kadındır’, Orson Welles’in Kafka romanından uyarladığı ‘Dava’ ve Elia Kazan’ın yönettiği ‘Son Patron’du.
* * * * *
Sinema ekranında etkilendiğim kadın oyunculardan diğeri de “Bir İkon” olarak nitelenmesi mümkün olan Audrey Hepburn’dür…
O; “Sadece ‘güzel’liği ve sanatçılığıyla değil; ‘içi dışı güzel’, başarılı, güçlü, yetenekli ve zarif ve ‘direnişe dansla destek veren’ bir kadındır.
4 Mayıs 1929’da Brüksel’de doğmuş Audrey Hepburn. 1940’da, annesiyle Hollanda’ya yerleşmiş. İkinci Dünya Savaşı’nın en kızgın günlerinde, Hollanda’nın beş yıl boyunca Naziler tarafından işgal edildiği dönemde, Hepburn Hollanda Direnişi’ne maddi destekte bulunmak için dans performansları gerçekleştirmiş. 1941’de Arnhem Konservatuarı’nda bale eğitimine başlamış; 1944’de Winja Marova’nın gözde öğrencisi olmuş.
17 Eylül 1944’de Arnhem Muharebesi’nin başlamasıyla Hepburn ailesinin sayfiye evi ve Arnhem Konservatuvarı yerle bir olmuş. ‘Açlık Kışı’ndan herkes gibi Hepburnler de etkilenmiş. Audrey Hepburn’ün 16. yaş gününde Kanada birlikleri Hollanda’yı bağımsızlığa kavuşturmuş ve Audrey Hepburn annesiyle beraber bu sefer Amsterdam’a taşınmış ve Sonia Gaskell’in bale okuluna (şimdiki Hollanda Ulusal Balesi) yazılmış. 7 Mayıs 1948’de, ‘Yedi Derste Hollandaca’ başlıklı filmde yer alarak ilk aktrislik tecrübesini edinmiş”[9] ve sonrası da gelmiştir…
* * * * *
‘Paris’te Son Tango’ ya da ‘Baba’daki rolünden öte ‘İsyan’ ya da özgün adı ‘Queimada’ veya Türkçe adı da ‘Kanlı Ada’ olan (1969); Gillo Pontecorvo’nun yönettiği, senaryosunu Franco Solinas, Giorgio Arlorio ve Gillo Pontecorvo’nun kaleme aldığı İtalya – Fransa ortak yapımı politik dramatik filmdeki Amerikalı haydut William Walker karakteri hala unutulmazdır.
Marlon Brando -‘Stüdyo’ dergisi ile yaptığı söyleşide sinema için-, “Sinema sanat değil ticari bir iştir.. Ama herkes filmlerden, sanki sanatmış gibi konuşuyor”; İngiliz Edebiyatı Profesörü Mizruchi’nin ise, yaşam öyküsünü anlatan ‘Brando’s Smile: His Life, Thought and Work/ Brando’nun Gülüşü: Yaşamı, Düşünceleri ve Eserleri’ başlıklı kitapta, O’nun için “İflah olmaz, epik bir zamparaydı,” demesine rağmen…[10]
* * * * *
Ve nihayet 87 yaşında aramızdan ayrılan Fransız sinemasının unutulmaz oyuncularından Jean Rochefort…
P