Doktor Rodi Demirkapı’yı ilk defa 1995 yılı Ekim ayında Hollanda’da gördüm.
O gün Kürt halkı açısından tarihi bir gün yaşanıyor; Sürgünde Kürdistan Parlamentosu (PKDW) kuruluşunu ilan ediyordu.
Parlamento toplantısını birkaç ay önce Frankfurt’a yayına soktuğumuz Yeni Politika Gazetesi adına izliyorduk. Bu tarihi adımı en iyi şekilde yansıtmak için oradaydık.
O gün başarmış olmanın yarattığı özgüven ve mutluluğun yanında yeni bir misyon üstleniyor olmanın heyecanı da doruktaydı.
Müthiş bir çoşku Lahey’den başlayarak bütün Kürt dünyasını sarmaktaydı. Dünyanın dört bir yanından ulaşan tepkilerden bu anlaşılıyordu.
Öncülüğünü kapatılan DEP‘in milletvekilleri ve yöneticilerinin yaptığı parlamentonun çatısı altında geniş bir bileşim sağlanmıştı.
Birçok parti ve grupla birlikte Asuri Süryaniler, Ezidiler, Aleviler, bağımsız Kürt aydınları ve sanatçılar parlamentoda yer almıştı.
Bunlardan biri de Rodi Demirkapı’ydı…
Onunla yıllar süren arkadaşlığımız o gün orada, onun gümbür gümbür okuduğu yemin metninden hemen sonra başladı.
Doktor davudi sesiyle salonu titremiş, yemin metnini yüreklere bir nakış gibi işlemişti.
Sürgün parlamentosunun ilan edildiği salon tıklım tıklımdı. Hollanda basınının yanı sıra dünya basınının da belli başlı bütün televizyonları, radyo, gazete ve ajansları oradaydı.
Bu yüzden gündem açılış konuşması ve yeminle sınırlandırılmıştı.
Parlamentonun ilanı Lahey’de yapılacak ardından ilk oturumlar için orman içindeki bir otele gidilecekti. Hafta sonu orada kampa girilecek, tüzük ve yönetim organları orada belirlenecekti. Elimdeki bilgiler böyleydi.
Bu yüzden ben de buna göre bir hareket planı hazırlamıştım.
Yemin töreninin ardından parlamentonun kamp yapacağı yere gitmek üzere hazırlanmış otobüslerden birine bindim.
Biner binmez de Rodi’nin gür sesiyle irkildim. ‘Günay arkadaş buraya gel…‘
En arkada oturmuştu. Yanı boştu. Onun önünde Melle Abdurrahman Düre oturuyordu.
Rodi yemin edip indikten sonra yanına gidip duygularını öğrenmek istemiştim. O da uzattığım mikrofona duygularını bir şiirle dökmüştü. İçi içine sığmıyordu. Çocuklar gibi şen ve çoşkuluydu.
Ancak çok yakından bakıldığında gözlerinin derinliğindeki hüzün fark edilebilirdi. Sadece yürek gözüyle bakanlar o çoşkunun ve heyecanın altındaki acıyı görebilirlerdi.
Onu tanımıyordum, başına gelenleri de bilmiyordum. Orada; parlamentonun ilan edildiği o salonda onun gerçeğini ayaküstü öğrenmiştim.
‘Doktordur, değerli bir yurtseverdir, kontra saldırısına uğradı, oğlu öldü, kendisi yaralandı…‘
Bütün bildiğim bundan ibaretti ve doğrusu bu benim için doktora saygı duymam için yeterliydi.
Gittim yanına oturdum…
Elimde defterim öylece duruyordu. Koşuşturmadan defterimi çantama koyma fırsatı bulamamışım. Defterimi aldı, kalemini çıkardı, bir şeyler yazmaya başladı…
Bir yandan melle ile konuşuyor, diğer yandan defterime bir şiir yazıyordu. Rodi’nin şair olduğunu; insan yüreğine dokunan güzel şiirler yazdığını o otobüs yolculuğunda öğrendim.
Çok yönlü, yaratıcı, zeki ve bir o kadar da içten, samimi, saf ve dürüsttü. Bu yüzden dostluğumuz uzun sürdü.
O günden onun ölümüne kadar geçen sürede onunla çok şey konuştum, çok şey paylaştım, çok dertleştim, çok tartıştım ve bu sayede ondan çok şey öğrendim…
En çok da insan olmanın yalın halini…
Doktor Rodi halkının haklı kavgasında bütün yüreğiyle yer almış ve bu uğurda ağır bedeller ödemiş biriydi.
En değerli varlığını; evladını kirli savaşa kurban vermişti. Mevsimlik göçler yaşadığı ülkesini, tutkuyla bağlı olduğu mesleğini, sevdiklerini ve hayatının en anlamlı armağanı atlarını terk etmiş sürgüne gelmişti.
Atları çok severdi…
Çok sevdiği atlarına Newroz ve Şurzan gibi kendi çocuklarının ismini vermişti.
Resmi adı Hacı’ydı. Ama o adını mahkeme kararıyla değiştirmiş; Hacı’yı devlete iade etmiş, Rodi adını almıştı.
20 Şubat 1945 tarihinde Elazığ’ın Palu ilçesine bağlı Kirvan köyünde dünyaya gelmişti. Ailesi Beritan aşiretinin ünlü Qantoz ailesindendir.
Rodi bir Berti’ydi; dolayısıyla konar-göçerdi. Kendini bir yere ait hissetmezdi. Kendini sadece bu dünyanın değil, herkesin misafiri gibi hisserdi.
Ayrıca iyi bir folklörcü ve iyi de bir dengbejdi. Halay çekmeyi, şiir okumayı ve kilam söylemeyi çok severdi.
Hayatı da konar-göçer geçmişti. Öğencilik yıllarında Palu’dan Elazığ’a, Elazığ’dan Diyarbakır’a, Diyarbakır‘dan Erzurum’a, Erzurum’dan Ankara‘ya gidip gelmişti.
Rodi, Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanan ilk Berti’ydi. Erzurum’da yaşadığı yıllar onun yurtseverlik bilincini daha da geliştirmişti. Faşist baskılar onu yıldırmak yerine bilemişti.
Üniversiteyi bitirdikten sonra Bingöl’e yerleşmişti. Doktorlukla yurtseverlik görevini iç içe geçirmiş, orada geniş bir çevre edinmişti. Herkesin sevdiği ve saygı duyduğu biriydi. Bu elbette devletin de dikkatini çekmişti.
12 Eylül’de epey zorluk çekti. Gözaltından ve işkenceden geçti. Sonunda Bingöl’ü terk ederek Kovancılar’a yerleşti. Ancak baskılar da peşinden gitti.
Bir gece evinin zilini çalan ölüm mangaları onu ve oğlu Şurzan’ı kurşun yağmuruna tuttular. Genç Şurzan babasının kucağında can verdi.
*
Onu kaybettiğimiz zaman da yazmıştım. Doktorun evlat acısıyla yaralanmış ruhu yeryüzündeki yaşamı daha fazla sürdürmenin bir anlamı kalmadığına inanıyordu.
Ruhu sürgünde bedeninden özgürleşmenin sancılarını yaşıyordu.
Etrafında onu anlayacak, yapmak istediklerini anlamlandıracak, ödediğe bedele, verdiğe emeğe hürmet edecek pek fazla birileri de yoktu.
Bu duyguyla bir akşam ruhunu onu saran boşluğun ortasında asılı bıraktı.
”Doktor Rodi intihar etmiş” kara haberi Köln’den başlayarak dört bir yana yayıldı ve ondan geriye bir saygın anısı bir de acısı kaldı…
Emil Coran, Ezeli Mağlup’ta ”İntiharda güzel olan, bunun bir karar olmasıdır. Rilke’nin bahsettiği içimizdeki ölüm gibi, içimizde intihar da vardır. İntihar düşüncesi, yaşamaya yardım eden bir düşüncedir.” diyordu.
Doktor Rodi yaşadıkları, yaptıkları, yapamadıklarıyla bizim ezeli mağlubumuzdu.
*
/Bugün Doktor Rodi’nin 19’uncu ölüm yıldönümü. Anısına hürmeten arşivdeki bu yazımı yeniden yayınlıyorum…/