Başlığı “1 Ekim Bahçeli vakası” olarak yazmam, gelinen noktadaki duruma ilişkin düşüncelerimi de kısmen ifade eder kanısındayım. Çünkü henüz hiçbir şey 1 Ekim’deki çıkışı biz faniler için bir “vaka/hadise” olmanın ötesine taşıyamadı.
Elbette hadiseler (olaylar) hem bir andır hem de bir süreci ima eder. Bu açıdan belli ki anlık şok etkisinin yanısıra hamlenin başlattığı ‘süreç’ de devam ediyor ve edecek.
Bu noktada yaklaşık iki aylık gelişmelere karşı bazı sorular sormak ve bu soruları yanıtlamak en doğru yol gibi görünüyor.
İlk soru şu: Bahçeli’nin hamlesi Sarayla koordineli mi, ona rağmen mi yapıldı?
Yanıtım basit, 2016’dan bu yana Cumhur İttifakı’nın (Cİ) görünür teamülleri bu tür açıktan bir gerilimi dışlıyor. Cİ’nın mimarisi böyle bir gerilim olsa bile bunun açıktan ortaya konmasına imkan tanımıyor. Böyle bir durum ancak 2016 gibi radikal bir değişim eşiğinde yaşanabilir.
Sürece baktığımızda Cumhuriyet, çok sert bir viraja giriyor, radikal dönüşümlere uygun dinamikler oluştu. Ama henüz gerekli parametreler tamamlandı diyemeyiz. Kaldı ki hem Bahçeli hem de Ufuk Uras, tahminlerimizi doğrulayan, bunun ortak bir Cİ operasyonu olduğu yönünde bilgiler paylaştı.
İkinci soru: Bahçeli’nin önerisi hepimizi neden çok şaşırttı?
Çünkü tarihin hiçbir döneminde Bahçeli kadar devletin faşist elinin “baş düşmanlarına” böyle bir teklif yaptığı vaki değil. Onun için “en iyi Kürt, en iyi solcu, teslim bile olsa ölü bir Kürt veya solcu” dur. Oysa şimdi Bahçeli Öcalan’a “Teslim ol, PKK’yi teslim et, hamiliğimizi kabul et, kalan ömrünüzü serbest olarak tamamlamanızı garanti edelim” dedi?
Böyle bir teklif ilk anda Türkleri tepe sersemine çevirdi, Kürtleri ve bizleri çok şaşırttı.
Çünkü “ölü Kürt en iyi Kürt’tür” mottosuna sahip kesimler bu kez teslimiyet karşılığı bile olsa “umut hakkı” önerisini kabul edilemez gördü.
Bizlerse böyle bakanların aniden, teslimiyet karşılığı bile olsa, böyle bir teklifte bulunmasına çok şaşırdık.
Kürt siyasi hareketi (KHS) ne şaşırdı ne panikledi, üç ay önce zaten Bese Hozat kendilerine bu minvalde bir teklifin ulaştırıldığını mealen anlamlı bulmadıklarını dile getirmişti. Bu nedenle bildiğimiz temkinli pozisyonları aldılar. Üstelik dolaylı yollardan kendi havuç ve sopalarını da gösterdiler.
Üçüncü soru: Peki, “Devletin” sunduğu havuç bu kadar mı?
Yani PKK’nin kadroları ve Öcalan, kalan ömürlerini Rojava’da (tahminen) geçirsin diye Kürt ulusunun geleceği için feda ettikleri hayatlarını sefil bir “emeklilik” için mi çöpe atacaklar? Ya da günümüzde küresel bir mesele haline gelmiş, Ortadoğu’da bir aktöre dönüşmüş Kürt halkının kaderi meselesinin anahtarını, böyle bir havuçla elde edebileceklerini mi sanıyorlar?
Ahmak ya da genç kör bir faşist değilseniz bunun imkansız olduğunu bilirsiniz. Saray muhipleri de o kadar ahmak değil. Ortadoğu’da bizim gibi faniler bile yakından izlediğinde KSH adına çok daha gerçekçi SWOT analizleri yapabilecek bilgiye sahibiz. Ki bu analizlerde KSH’nin fırsatlar kalemi sürekli genişleyerek güncelleniyor.
Yine yakın izleyenler biliyor ki, dikkate alınması gereken Ortadoğu gözlemcilerinin mutabık olduğu bazı gelişmeler söz konusu. Ve bu gelişmeleri domine eden vektörler de ABD ve İsrail. Bu iki devlet yirmi birinci yüzyılın en şedit, en gözü kara askeri güçleri olduklarını da kanıtladılar.
Dördüncü soru: Bu durumda “Devlet” bizim bilmediğimiz bir şey mi biliyor; elinde bilmediğimiz bir kozu mu var?
Bence en önemli sorulardan biri bu. Çünkü şu ana kadar duyumlar, ikincil yorumlar dışında “havuç” yalnızca amiyane deyimle “kıyak emeklilik.”
Oysa hepimiz biliyoruz ki PKK’nin -Kolombiya (FARC) felaketinden uzak- bir çözüm elde etmesinin yolu devletin geri dönülemez adımlar atması ve bunun tıpkı Öcalan’ın İmralı’daki varlığı gibi uluslararası sağlam garantilere bağlanması. Oysa henüz bu tür emareler görünmüyor. Hatta tersine, bu girişimin gürültüsü ve telaşı insanın aklına acaba uluslararası masa kurulmadan bu işi “içeride” kapatabilir miyiz, diye düşündükleri alaturka bir kurnazlık ihtimalini getiriyor. Üstelik Bahçeli, son konuşmalarından birisinde “Erdoğan’ın başlangıçta kendisine bu içerikte bir önermeyle geldiğini” de ifade etti.
Bu durumda şöyle akıl yürütmek çok yanlış olmayacak sanırım; KSH’ne çok daha güçlü, derinlikli ve güvenilir bir teklif duyumu olmalı. Erdoğan’ın “İsrail topraklarımızı tehdit ediyor” feveranından da anladık ki İsrail’in tehdit kategorisine yerleşmesi askeri değil siyasi nedenlere dair ve doğrudan “Kürt meselesi” ile ilgili.
1 Ekim’den bu yana iki varsayımı kullanmakta ısrarlıyım, birincisi “bu, bir sopalı müzakere süreci” diğeri ise “Kürtlerin önüne İsrail/ABD ekseninden önce bir alternatif teklif koyma” çabası.
Baktığımda -ahmak değil çok sinsi ve kurnaz olduklarını bildiğimizden- heybelerinde içeriği “kıyak emeklilik” ten daha geniş bir paket olduğunu varsaymakta bir yanlış yok. Ama belli ki bu, PKK ve Öcalan tarafından yeterli bulunmadı.
Bulunmadı ki Öcalan’ın mektubu vb. beklenirken yeni bir aile görüş yasağı ardından da 6 aylık bir ceza daha eklendi. Zaten Ömer Öcalan da İmralı’daki uzun görüşmesinden yalnızca “tecrit bitmedi, koşullar oluşursa gereğini yapmaya kadirim” cümlesini tesadüfen aktarmadı.
KSH’ni (ille doğrulamak gerekmeksizin) tarafsız bir yerden ele alanlar bile şunu biliyor olmalı; KSH, “bağımsız devlet talebinden” vazgeçeli çok oldu. Yerel yönetimlerin özerkliğinden (ister üniter ister federal) öncelikle öz savunma ve kendi kendisini yönetme özerkliğini anlıyor ve bu hem meşru hem doğal. Suriye’de bile 2014 ten bu yana Esed’e anlatılan bu. Üstelik bu model, yokluk, yoksunluk, sürekli tehdit altında bile on yıldır başarıyla denendi ve başta Araplar olmak üzere bütün halkların rızasını aldı. Aksi olsa emin olun ki KSH’ne çoktan “kırk teneke bağlanmış” olurdu. Rojava anayasasının düşmanları, muarızları, bir iç kargaşa için gerekli her şeyi denediler ama rıza üretemediler.
Beşinci soru: Türk Devleti ABD/İsrail ekseniyle zoraki bir uzlaşmaya ayak uydurmaya mı çalışıyor? Yoksa “evin kedisi mekanın sahibinin (ABD) mutfağından bifteğini mi kaçırmaya” çalışıyor.
Türk devleti “delikanlı dediğin topaç gibi olmalı” düsturuna çok sadıktır. Bu nedenle rasyonel süreçlerden alışkın olduğumuz, başlangıç verileriyle final arasında bir tutarlılık beklemeksizin, bu soruya yanıt aramak gerekli.
Bu noktada iki senaryo ağırlık kazanıyor.
Birincisi, Avrasyacılara havuç ve sopa gösteriliyor. Bahçeli Avrasyacı kuşatmasındaki Erdoğan’dan NATO adına “Kürt kartını çalmaya” çalışıyor.
İkincisi ise, Cİ Kürt kartını ABD/İsrail’den kaçırmaya çalışıyor. Kaçırabilirse Ortadoğu’daki konumunu güçlendirmek için “KSH’ni havuç olarak” kullanmayı hayal ediyor.
Her iki senaryo için de kuvvetli argümanlar mevcut.
Dikkat ederseniz her iki senaryoda da ABD/İsrail tahmin edilebilen parametreyken, TC’yi henüz bilmiyoruz.
Ama anda, iki olaya özellikle dikkat çekmek istiyorum.
İmamoğlu’nun veya DEM ’in diplomatik trafiği ile olduğunu sandığım kayyum karşıtı bir yasa teklifi söz konusu. CHP (Cumhuriyet Halk Partisi), İYİP (İyi Parti), DEM (Demokratik Emek Partisi), SP (Saadet Partisi) GP (Gelecek Partisi), DEVA (Demokrasi ve Atılım Partisi), YRP (Yeniden Refah Partisi), DP (Demokrat Parti), EMEP (Emek Partisi), TİP (Türkiye İşçi Partisi) temsil ettikleri siyasal kümeler itibariyle tarihte ilk kez bu kadar yapısal bir konuda ortak tutum aldı; kayyum karşıtı bir yasa teklifi sundular.
Yapısal çünkü yukarıda da yazdığım üzere, KSH ile barışmakta anahtar konulardan ilki bu. Yaklaşık 40 yıldır KSH’nin yaptığı demokrasi tanımıyla kısmi bir kesişme sağlanıyor.
Yine an itibariyle Ortadoğu’da bütün gözlemcilerin mutabık olduğu bir yönelim söz konusu. ABD/İsrail (ve BATI) İran ve İran’ın vekil güçlerinin tasfiyesinde soykırım dahil her şeyi göze almış durumdalar. Bugün Lübnan, Irak ve Suriye’nin de bu vekil güçlerce ayakta tutulduğunu düşünürsek, söz konusu devletlerin statükolarının da öyle ya da böyle yıkılması veya restore edilmesi hedefleniyor. Aksi, ancak Şanghay’ın bu devletlere göğüs germesiyle mümkün. Ki bu da Ukrayna ile başlamış olan kutuplar savaşında Ukrayna’ya üç yeni ülke daha ekler.
Bu sürecin merkezinde İsrail’in, “İran’dan vekil güçlere oksijen borusu diye adlandırdığı” İran’dan Suriye’nin güneyine kadar ulaşan M4 kara yolunun kontrolü meselesi var. Yani ABD/İsrail’in askeri operasyonu. Bunun da düğmesine Palmira’ya yapılan ağır ve etkili hava saldırısıyla basıldı inancındayım.
Şimdilik görünen, bu süreç ya bir Şanghay/NATO savaşına varacak ya da Rusya’ya, Çin’e verilecek bazı tavizlerle İran ve vekilleri tasfiye edilecek.
Burada sonucu bence Şanghay’ın kararı belirleyecek. Çünkü ABD/İsrail kararlarını çoktan vermiş durumda görünüyorlar.
Yazının iç mantığı açısından burada son bir soru daha sormamız gerekiyor. ABD/İsrail’in Türk devletine sunduğu havuç var mı, varsa kapsamı nedir?
Bu sorunun yanıtı için sanırım biraz beklememiz gerekecek…