Popüler kültür denen o pırıltılı, gürültülü sahne, sanatı yutuyor mu, yoksa ona yeni yollar mı açıyor?
Bu gün Yeni Özgür Politika’da Nurettin Demirtaş’ın ; popüler kültürü “anti-kültür virüsü” diye damgalayıp, sanatı liberalizmin soğuk kollarından kurtarmaya çağırıyordu. Haklı bir feveran, değil mi?
Ama bir durdum, düşündüm: Bu eleştiri, sanatı değişmez bir “öz”e zincirlemiyor mu? Liberalizmi tek bir gölgeye sıkıştırıp, sanatın ne olduğunu tarif etmekten kaçınmıyor mu? Ve daha fenası, sanatın etnisiteyle, sınıfla, cinsiyetle kesişen o capcanlı hikâyelerine yeterince göz kırpmıyor mu?
Üstelik çok değer verdiğim kurumsal partili kimliğiyle tanıdığımız bir yoldaşımızın böyle bir konuda bir “tebliğ” sunmuş olması da üzerinde yeterince düşünmeden, Jidanovcu sanatın ürkütücü hatıralarını göz kırpmasına neden olmuyor mu?
Gelin, bu soruları biraz eşeleyelim; belki mesele, geçmişi kutsal bir mabede hapsetmek değil, bugünün hikâyelerini özgürce anlatmaktır.
Öz mü Dediniz? Sanat, Durmaz Bir Nehir!
Metin, sanatın “halk değerleriyle” kucaklaşmasını yüceltiyor, popüler kültürün bu bağı kopardığını söylüyor. Kulağa tanıdık, değil mi? Ama bir saniye: Bu “öz” denen şey, ne ki? Sanki sanat, bir müzede tozlanmamış bir heykelmiş gibi konuşuluyor. Oysa sanat, halkların yüzyıllar boyu çarpışıp kaynaştığı, melezleştiği bir nehir. Mesela, metnin burun kıvırdığı rock ya da rap, bir vakitler sokakların isyan çığlığıydı; sonra milyonların diline yerleşti. Ahmet Kaya, Kürtçe ve Türkçe ezgilerle yüreklere dokunurken, evrensel bir türkü söylemedi mi? Özcü bir bakış, sanatı dondurup kalıplara sıkıştırıyor, yenilikleri kapı dışarı etme riski taşıyor.
Ben diyorum ki, sanatı korumak, bir tapınağa kilitlemekle olmaz. Popüler kültürün ticari oyunlarını eleştirelim, ama sanatın dönüşüm gücünü de görelim. Mesela, Yaşar Kemal’in İnce Memed romanı, bir eşkıyanın feodal düzene başkaldırısını destansı bir dille anlatıyor; hem Çukurova’nın toprağını kokluyor hem insanlığın isyanını resmediyor. Ya da Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filmi, aşkın ve yoksulluğun gölgesinde bir adamın kimlik arayışını sert ama şiirsel bir estetikle perdeye taşıyor. Sanat, sabit bir liman değil, dalgalarla dans eden bir kayık. Sizce de öyle değil mi?
Liberalizm mi, Neoliberalizm mi? Hedefi Şaşırmayalım!
Metin, popüler kültürü liberalizmin “mikrobu” diye yaftalıyor; biçimcilik, maddiyatçılık, halktan kopuş diyor. Ama bir şey eksik: Liberalizm, tek bir canavar mı? Klasik liberalizm, bireyin özgürlüğünü savunurken, neoliberalizm her şeyi piyasanın tanrısına kurban ediyor. Popüler kültürün o parlak, içi boş eğlencelikleri, liberalizmin değil, neoliberalizmin marifeti. Televizyonun seri üretim dizileri, listeleri ele geçiren tekdüze pop şarkıları; bunlar özgürlükçü bir ruh mu, yoksa kâr hırsının gölgesi mi?
Bu ayrımı yapmadan liberalizmi toptan suçlamak, biraz kolaycılık değil mi? Liberalizmin bazı yönleri, sanatın çoğulculuğuna nefes aldırabilir. Mesela, feminist yazarlar, bireysel haklar zemininde kalemlerini konuşturdu; ama aynı zamanda tüketim kültürüne de kafa tutuyor. Eleştiri, neoliberalizmin sanatı metaya çeviren o soğuk eline odaklansaydı, daha net bir yumruk atardı. Misal, Füruzan’ın Parasız Yatılı öyküleri, yoksul bir kız çocuğunun sınıf ve kimlik mücadelesini zarif bir dille işliyor; piyasanın klişelerine boyun eğmeden. Sizce mesele, liberalizm mi, yoksa sanatı bir ürüne indirgeyen o zihniyet mi?
Sanat Nedir, Kim Anlatır, Nasıl? Örneklerle Konuşalım!
Şimdi asıl meseleye dalalım: Metin, popüler kültürün sanatı yozlaştırdığını söylüyor, ama sanatın ne olduğunu tarif etmiyor. “Toplumcu estetik” diyor, “halk değerleri” diyor, ama bunlar neye benziyor, bilen var mı? Sanat, bir hakikati mi çığırır, bir duyguyu mu tutuşturur, yoksa sadece güzellik midir? Tarifsiz bir sanat, nasıl savunulur? Dahası, popüler kültüre direnen tek bir örnek yok metinde. Oysa dünya, sanatın direnç hikâyeleriyle dolu! Filistinli yönetmen Elia Suleiman’ın İlahi Müdahale filmi, işgal altında bir aşk hikâyesini absürt ama sarsıcı bir estetikle anlatıyor; hem gülümsetiyor hem yumruk gibi çarpıyor. Ya da Arthur Miller’ın Satıcının Ölümü oyunu, bir işçinin Amerikan rüyasındaki çöküşünü sade ama derinden bir dille sahneye taşıyor.
Bir de sanatın günümüzle kesişimi var: Etnisite, sınıf, cinsiyet. Metin, cinsiyetçi maskaralıklardan, erkek egemen kültürden dert yanıyor, ama derin bir analiz sunmuyor. Oysa sanat, bu dinamiklerle capcanlı bir sohbette. Mesela, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanı, bir entelektüelin kimlik ve aidiyet krizini mizahi ama iç burkan bir estetikle resmediyor; hem bireysel hem toplumsal bir yaranın peşine düşüyor. Ya da Metin Erksan’ın Susuz Yaz filmi, bir köyde su için verilen sınıf ve erkek egemen mücadeleleri çarpıcı bir görsellikle anlatıyor; toprağın kokusunu hissettiriyor. Bir başka örnek, Murathan Mungan’ın Mahmud ile Yezida oyunu; Kürt kimliğinin aşk ve trajediyle kesişimini şiirsel bir dille sahneye taşıyor. Ve tabii, Handan Sarp’ın Kurban filmi, bir kadının patriyarkal baskılar karşısındaki direnişini sessiz ama güçlü bir estetikle işliyor. Sanat, bu kesişimlerde yeniden doğuyor; ama metin, bu zenginliği atlıyor. Sizce sanat, hangi hikâyeleri anlatmalı?
Son Çığlık: Eleştirmek Kolay, Yaratmak Cesaret İster!
Popüler kültürün sanatı zincire vuran ticari ağlarını kırmalıyız, evet. Ama bu, özcülüğe gömülerek, liberalizmi bir öcü gibi taşlayarak ya da sanatı belirsiz bir kutsal gibi överek olmaz. Sanatı tarif edelim, direnen hikâyelerini alkışlayalım, etnisiteyle, sınıfla, cinsiyetle kesişimlerini somutlaştıralım. Popüler kültürün karşısında nostaljik bir kale inşa etmek yerine, yaratıcı bir diyalog kuralım. Sanat, halkın elinde yeniden doğabilir; tıpkı bir zamanlar köy meydanlarında hikâyelerin anlatıldığı gibi, şimdi de herkesin kendi estetiğini yaratabileceği bir çağdayız.
Sanat, ne bir özcülük müzesine hapsolur ne de popüler kültürün kölesi olur; o, bizimle nefes alır, dönüşür, özgürleşir.