Roni Riha’yı hiç tanımış olmasam da bugün yayınlanan yazısından, bir yoldaşım olduğu açık.
SDG özerk bölgesi kadın savaşçıları hakkında yazdığı içerden metin, uzun süredir yazmak isteyip, acaba ayıp mı olur endişesiyle yazmaktan imtina ettiğim bazı izlenimlerimi “tarihe kaydetme” cesareti verdi.
İmtina etmemin birincil nedeni zaten 2014 Aralık-2015 Temmuz arasında, henüz adını SDG olarak değiştirmemiş, tarihi coğrafi adıyla anılan Rojava’nın üç kantonunda, YPJ saflarında yaşamış ve adı “Jiyan’ın Hikayesi”; konusu “Rojava Kadın Devrimi” olan uzun metraj belgeseli çekmiş olmam.
Burada anlatacaklarımın okuyanların zihninde bir bağlama kavuşması için önce -DİFA’nın kapanması- pahasına belgeseli neden çektiğimi kısaca anlatmam gerekli.
2013 – 2014 aralığında 2010 yılında kurmuş olduğum “Drama İstanbul Film Atölyesi” (DİFA) çatısı altında üç film yaptık. Çıraklar yetiştirdim. Senaryo eğitimleriyle film endüstrisine birçok genç yazar kazandırdım. Bu arada çırakların fikirlerinden hareketle kendi kalite tanımımıza uyan ama film endüstrisinin ahlaksız, popülist yaklaşımlarından uzak duran iki kurmaca uzun metraj, bir dizi projemiz de hazırdı.
İşte o yıl, Rojava benim mahallemde çok daha fazla duyulmaya başladı. Atölyede iki çok önemli bilgi aşırı dikkatimizi çekmişti. Birincisi orada yaşananların bir “kadın devrimi” olduğu iddiası, ikincisi de hazırladıkları anayasa/toplumsal sözleşme.
Kadın Devrimi gibi bir iddiayı, o günün Türkiye’sinde Kürt olmayan bir solcunun anlaması ve inanması çok zordu.
Öte yandan Anayasa da Kürt olmayan (içinde uzun süre var olduğum Marksist Leninist Stalinist) solun yazamayacağı türden devrimci bir mimariye sahipti. Sonradan anlayacaktım ki – Murray Bookchin’in şahane adlandırmasıyla- bir “üçüncü devrimle” karşı karşıya olabilirdim.
Bu da “orada hem insanlık hem sosyalist mücadeleler tarihi bakımından çok ilginç şeyler oluyor” kanaatimizi pekiştirdi.
Bu durumda DİFA’nın dördüncü yapımı bu olabilirdi. Birçok farklı sebepten DİFA bana kadar küçüldü ve çatıyla baş başa kaldım. Çok değerli öğrencilerime verdiğim sözlerle çelişen bir yola, çok ani bir kararla girmiştim.
***
2014 Kasım’ında 25 kiloluk ekipmanım, 110 kiloluk organik yüküm, 57 yıllık psikolojik yüklerimle, tek başıma Suruç’a gitmiş, gerekli izinler için onay beklemeye başlamıştım. Eh haliyle başta MİT olmak üzere, bütün dünya istihbarat teşkilatlarının cirit attığı bir coğrafyaya yasa dışı yollardan “sınır tanımayan filmci” olarak gidiyordum.
Burada ilk kez kamuya açık olarak Heval Cuma’nın film öncesi ve sonrasındaki yüksek ve içten manevi desteğine teşekkür etmeliyim. Suruç’ta ise İbrahim Ayhan ve Faysal Sarıyıldız (bazı isimleri hala anmak sakıncalı olabilir) gibi dost ve yoldaşlar kazandım. İleride anlayacaktım ki, İstanbul’da görmediğim bir “devrimci türüyle tanışma sürecinin” de kapısından geçmiştim.
2014 otuz aralık günü Kürt Siyasi Hareketi’nin sınır tellerinde açtığı “gece patikalarından” Rojava ’ya vasıl olduk.
Sonraki, aylar elbette sayısız tanıklık ve anıyla dolu ama burada yalnızca bir psiko-kültürel izlenimimi paylaşmakla yetineceğim.
***
Suruç’un Measer sınır köyünde, kılavuz yoldaşların “hadi demesini” beklediğim üç gün süresince, süratle arkadaş olduğum kılavuz gençler beni uzun boylu filinta gibi bir genç batılı savaşçıyla tanıştırdı. Kendisi Bakur ve Güney Kürdistan dağlarında beş yıldır gerilla olarak savaşmış, komutanlığa yükselmiş, çok iyi bir sniperdı. Yapayalnız kalmış, kimseyle dil engeli nedeniyle iletişim kuramadığı için benimle tanıştırmışlardı. Biz üç gün birlikte gezdik, çay içtik, sohbet ettik.
İlk “ders” onunla başladı. Benim belgeselin konusunu öğrendiğinde ilk anlattığı izlenim – benim de sonradan şaşkınlıkla doğrulayacağım- kadın savaşçılarla erkek savaşçıların psiko-kültürel farklarına ilişkin oldu.
Erkek savaşçılar (gerilla) savaşta hızlı bir psikolojik pikle yüksek bir enerji üretiyor, bu enerjiyle hareket ediyorlar(mış). Sonra da bu enerji düşmeye başlıyor(muş).
Kadınlar ise, söz konusu enerji noktasına yavaş ve istikrarlı bir grafikle yükseliyor, hiç düşmeden uzun süreler çizgilerini koruyor(muş).
Bunun üzerine gündelik şehir hayatında, üretimde, sosyal hayatta da erkekle kadın arasındaki en önemli farkın bu olduğunu fark etmiştim. Üzerine epey uzun bir sohbetimiz de oldu.
Sonra aynı gece, onlarca kafileden birinde sınırı geçtik ve kucaklaşıp, vedalaştık.
***
Yine bir zaman sıçraması yapmalıyım. Sekiz aylık yolculuğumun sonunda, yurda döndüğümde doğruladığım tek gözlem bu değildi.
Benim bu bilgilerin üzerine yaptığım ek gözlem kadın savaşçıların bir omuzunda ölümü, diğer omuzlarında yaşamı ve neşeyi taşımalarının şaşkınlığıydı.
Kim bilir belki bazılarınız, özellikle Kürt olmayanlar, kameralar karşısındaki kadın neşesi, yaşama sevinci ve coşkusunu abartılı buluyor olabilir.
Emin olun ilk ay ben de bu endişeyle baktım. Acaba benim kameraya mı böyle bir görüntü vermek istiyorlardı.
Jiyan (YPJ Merkez Komutanlarından ve filmin ana karakteri/geçen yıl Türk SİHA saldırısıyla bir kadın buluşması sonrasında katledildi.) ve Tolhildan (bir önceki yıl bir KDP pususunda katledildi) iki çok iyi dostumun da sağladığı referanslarla YPJ hakikatine tanıklık ettim ve bu izlenimimin onların hakikati olduğuna inandım.
Düşünsenize, bu gece yemek ve sonrasındaki çay sohbetinde yaşama sevinçlerine hayran olduğun savaşçılar, ertesi gün cepheden dönmeyebilir. Yani her gün silah arkadaşlarınızdan birileri eksilir. Peki, siz yaşam sevincini koruyup, mücadele azminizi neşeyle sürdürebilir misiniz? Bunu nasıl başarırsınız? Bunu sanırım – klişe yanıtlar ötesinde- ancak sürece dost bir psikanalist açıklayabilir.
Bu hal emin olun, cephede “0 noktalarında” da aynıyla vakidir. Düşmanlarını hem korkutur hem çok öfkelendirir, alay ederler. Bütün bir birliğin çatışma anındaki moralini nasıl yükselttiklerini, nasıl enerjiyi yenilediklerini de görme onuruna kavuştum.
Not düşmeden geçmek olmaz; düşmanları için tarihi ilk sürpriz, vuku bulduğunda “mucizevi eril cenneti kaybedecekleri” bir “şehitlik” kara komedisi; bir kadının elinden öldürülmekmiş meğer.
Düşünsenize nasıl bir piyango?
Bütün işgalci, yağmacı İslamcı faşistlere nasip olması dileğiyle.