Abdullah Esin: Türkiye’nin Seçim ve Rejim Paradoksu

GenelGündem

Türkiye’nin içinde bulunduğu mevcut gerçeklik en yalın hâliyle şudur: Türkiye’de bugün bir iktidar değil rejim krizi yaşanmaktadır. Toplumsal ve kurumsal muhalefetin amacı da iktidar değişimi değil rejim değişikliği olmalıdır. Buradan hareketle, yapılacak analizlerin odağı da iktidar değil rejimin bizatihi kendisi olmalıdır.

19 Mart 2025’te İBB Başkanı ve CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu gözaltına alındı, ardında da tutuklandı. İBB’ye ve CHP’ye kayyum atanması iddialarının da kuvvet kazandığı bu süreçte 2013 Gezi Direnişi’nden beri ortaya çıkan en güçlü toplumsal reaksiyon sokaklarda kendini gösterdi. Bu siyasi ve toplumsal kırılma, “Türkiye, Rusya mı oluyor?” veya “Rekabetçi otoriter rejimden hegemonik otoriter rejime mi geçiyoruz?” sorularını da beraberinde getirdi ve siyaset bilimciler arasında bu sorular üzerine hararetli bir tartışma yaşanmaya başladı.

Türkiye’nin rekabetçi otoriter rejim olduğunu savunan tezler temelinde iktidarın devlet gücünü seçimlerin adil yönünü ortadan kaldırmak için kullandığı ancak yine de serbest seçimlerin yapıldığı tezine dayanıyor. Yani, seçim süreçleri iktidar lehine adil olmayan bir şekilde ilerlese de seçimlerin serbest yapılıyor olması hâlâ sandık yoluyla iktidar değişimi ihtimalinin somut ve güçlü olduğu varsayımı ileri sürülüyordu. İki nedenle bu tezin yanlış ve eksik olduğunu düşünüyorum. Birincisi; devlet aparatını tamamen ele geçirmiş bir iktidarın seçimleri kaybetmesi durumunda barışçıl yollarla iktidarı devredeceği tezi bir varsayımdan ibaret kalıyor. Çünkü, adil olmayan seçim süreçleri sonucunda bugüne kadar Erdoğan seçimleri hep kazandı ve iktidar değişimi zorunluluğu hiç ortaya çıkmadı. Bu tezi destekleyecek argümanlardan biri belediyelere kayyum atanmasıdır. Ulusal düzeyde merkezî iktidarını koruyan rejim, yerel seçimlerde muhalefete kaybettiği belediyeleri yine devlet gücüyle kendi tahakkümü altına aldı. Dolayısıyla, ulusal düzeyde hiç kaybedilmeyen iktidara rağmen yerel düzeyde kaybedilen iktidara devlet gücüyle el konulması siyasetin normali ve rejimin olağan bir pratiği hâlini aldı.

İkincisi; genel seçimlerde bugüne dek Erdoğan’ın karşısına çıkan adayların seçim kazanma ihtimali güçlü görülmediği ve sonuçta da kazanamadığı için sandık yoluyla iktidar değişimi ihtimali hiç gündeme gelmedi, dolayısıyla da Türkiye’de hâlâ iktidarın sandık yoluyla değişebileceği argümanı bir varsayımdan öteye gidemedi. Erdoğan ve AKP iktidarında geçen 23 yılın ardından ilk defa Ekrem İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması güçlü ve göz ardı edilemez bir ihtimal olarak belirginleştiğinde mevcut rejimin siyasi bir darbeyle bu ihtimali ortadan kaldırmaya çalıştığına şahitlik ediyoruz.  23 yıldır sandıktan ve seçimden umudunu kesmeyen, bu iktidarı sandıkla gönderebileceğine inanan muhalif kesimin elinden bu ihtimalin alındığını görmesiyle birlikte de milyonlarca insanın organik bir şekilde bir araya geldiği ve bu sivil darbeye karşı direniş gösterdiği bir halk ayaklanmasına şahit oluyoruz.

Peki, halihazırda “rekabetçi otoriter” olarak tanımlanan ve 19 Mart sivil darbe girişiminin ardından “hegemonik otoriter” bir rejim olunmasından korkulan bir konjonktürde bundan sonrası için ne beklemeliyiz ve muhalefetin hedefi ne olmalı?

Bu sorulara verilen cevaplar iki havuzda toplanıyor. Birincisi, devlet aparatını tamamen ele geçirmiş bir iktidarın artık seçim yoluyla devrilemeyeceği, dolayısıyla ya Yarı Başkanlık Sistemi gibi bir sistem değişikliğine gidilmesi ya da Erdoğan’ın hayatta olduğu sürece iktidarda kalmasının kabullenilmesi. Bu argümanın doğruluğunu verilerle de desteklemek mümkün. Devlet kurumlarının ve yasama organının iktidar tarafından ele geçirilmesini/kendi lehine kullanılmasını gösteren “State Capture Index”[1] verisine göre Türkiye, Rusya’nın hemen gerisinde, Suudi Arabistan, İran ve Afganistan’ın önünde yer alıyor. Dolayısıyla, gücün tekelleşmesi ve devlet aparatının ele geçirilmesi metriklerine göre Türkiye zaten Rusya olmuş durumda.

Ancak, böylesi bir güç temerküzünün yaratıldığı bir sistemin, bu sistemi yaratan aktörlerce değiştirilmesi ve Yarı Başkanlık sistemi gibi nispeten güç paylaşımını zorunlu kılan bir modele geçilmesi mevcut koşullarda mümkün görünmüyor. Bu rejimin kurucusu ve merkezinde yer alan Erdoğan için gücünden vereceği herhangi bir taviz rejimin yıkılması anlamına gelecektir ki bunun olmaması için her türlü araç ve yöntemin kullanıldığını bugün görüyoruz.

İkinci temel argüman ise İmamoğlu’nun adaylığının “yasal” zeminde mümkün olmaması durumunda Cumhurbaşkanlığı kampanyasının yine onun üzerine inşa edilmesi ve seçimde onun işaret edeceği bir adayın seçimleri kazanarak zamanı geldiğinde emaneti İmamoğlu’na teslim etmesi. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in de savunduğu bu argümanın esin kaynağı ise Gül-Erdoğan modeli. Bu argümanın/hedefin yanlışlığı ise iki nedene dayanıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanma ihtimalinin yüksek olması nedeniyle 45 milyar dolardan fazla rezerv yakılmasını, toplumsal meşruiyetinin büyük ölçüde aşınmasını ve toplumsal muhalefet ile kurumsal muhalefeti organik şekilde birleştirerek belki de yakın tarihimizde hiç görülmemiş şekilde muhalefete momentum kazandırmayı göze alarak İmamoğlu’nu tutuklayan Erdoğan rejiminin seçim yoluyla iktidar değişimine izin vermeyeceğini kabullenmek gerekiyor.

Bu bağlamda, yapılan anketlerin veya adaylık senaryolarının da siyaseten bir önemi kalmıyor. Gül-Erdoğan modelini örnek almanın bir diğer yanlışın ise eski ve yeni rejimin karşılaştırılmalı analizindeki eksiklikten kaynaklandığını düşünüyorum. Türkiye’de eski rejim bir şahıs ve partinin egemenliğinden ziyade kurucu ideoloji ve o ideolojiyi benimsemiş kurumlar üzerine inşa edildiği için rejim için tehlikeli olarak görülen kişi ve hareketlerin iktidara gelseler dahi kurucu iradenin devam edeceği düşünülüyordu. Dolayısıyla, Erdoğan’ın hapisten çıkması da iktidara gelmesi de her ne kadar istenmemiş ve engellenmeye çalışılmış olsa da rejim açısından bir çöküşün başlangıcı olarak görülmedi – her ne kadar hakikat tam aksini göstermiş olsa da. Erdoğan’ın şahsında bütünleşmiş bugünkü rejim ise bir kurucu iradeye, ideolojiye ve kişiler olmasa bile sistemi yürütecek kurumlara sahip olmadığı için Cumhurbaşkanının değişmesi aynı zamanda rejimin de yıkılması ve yeni bir rejim inşasını beraberinde getirecek.

Makalenin en başına dönersek, bugün toplumsal ve kurumsal muhalefetin karşısındaki gücün iktidar değil rejim olduğu gerçekliğini içselleştirmesi ve mücadele stratejisini buna göre belirlemesi gerekiyor. İmamoğlu olmadan girilecek her seçimin baştan kaybedilmiş bir seçim olduğunu ve başka bir adayla girilecek seçimlerin Erdoğan’a büyük oranda kaybettiği toplumsal meşruiyetini yeniden kazandıracak bir tuzak olduğunu açıkça söylemek gerekiyor. Özgür Özel de bu gerçeğin farkında ki 19 Mart’tan itibaren yaptığı her açıklamada eleştiri oklarını adım adım rejimin bizatihi kendisine yöneltiyor, başta emniyet ve yargı olmak üzere rejimin asli unsurlarını direkt olarak hedef almaktan çekinmiyor. Sonuç olarak; içinde bulunduğumuz paradoksu bir kez daha belirterek bu paradoksu aşmanın yollarına da bir sonraki yazıda değineceğim: Türkiye’de iktidar değişimi ancak bir rejim değişikliğiyle mümkün olabilir. Bunun bilincinde olan rejimin tüm unsurları da bu ihtimali ortadan kaldırmak için İmamoğlu’nun şahsında tüm muhalefete yönelik bir kuşatma savaşına girişmiştir. İmamoğlu olmadan girilecek hiçbir seçim kazanılamaz ve bu rejim değiştirilemez. Ancak rejimi değiştirmeden de İmamoğlu Cumhurbaşkanı adayı da Cumhurbaşkanı da olamaz.


[1] Kaufmann, D. (2024). State capture matters: Considerations and empirics toward a worldwide measure. In Public Sector Performance, Corruption and State Capture in a Globalized World (s. 207-237). Routledge.

/Bu yazı Birikim Dergisi’nden alınmıştır/

İlginizi Çekebilir

Temel Demirer: Özelleştirme Soygunu Üstüne
Talabani: PKK kongresi Türkiye’nin saldırıları nedeniyle yapılamıyor

Öne Çıkanlar