Alexis de Tocqueville’in Demokrasi Amerika’da adlı eserinde dile getirdiği “Demokrasilerde her nesil yeni bir halktır.” sözü, demokratik toplumların değişime izin veren doğasına ve kuşaklar arasında zamanın yarattığı anlam, dil, algı, değer yargısı ve bilgi makasının kaçınılmaz ve kapatılamaz açıklığına işaret eder. Bu açıklık, kuşakların birbirlerine karşı takındıkları öznel tutumlardan, önyargılardan, genellemelerden, indirgemelerden bağımsız olarak, hayatın doğası gereği oluşan semantik ve ontolojik farkın yarattığı kopma, yarılma veya uzaklaşmadan oluşur. Tocqueville’in ima ettiği bir başka şey de katı gelenekçi, muhafazakâr veya otoriter toplumlarda, normlar ve kimlikler nesilden nesle güçlü bir şekilde aktarılırken demokrasilerin, bireyleri daha bağımsız hale getirerek onların geçmişle olan bağlarını zayıflattığıdır. Böyle olduğunda her yeni nesil, kendi siyasi bilincini ve değerlerini büyük ölçüde yeniden şekillendirerek adeta baştan “yeni bir halk” gibi ortaya çıkmaktadır. Fakat günümüz dünyasında demokratik toplumsal yapılar veya rejimler işletilmemiş olsa da kültürel değerlerin ve kimliklerin geçmişteki gibi durağan, değişmez kaldığı; insanların katı gelenekçi ve hatta otoriter eğilim ve dayatmalara tümüyle boyun eğdiği veya sadık kaldığı söylenemez. İçinde olduğumuz aşırı şeffaf dijital çağda teknolojinin marifetiyle bütün otoriter, despotik dayatmaları büyük oranda boşa çıkaran, fiziksel ve düşünsel sınırları işlevsiz kılan yeni bir bilgi dünyasını deneyimlediğimizi söylemek mümkün.
Özellikle ülkemiz gerçekliğinde, Tocqueville’in ima ettiği türde noksanlığından dolayı demokrasinin bireycilik eğilimini güçlendirdiğini, geçmişle ve gelenekle ilişkisi kopmuş bireyin kendi kimliğini inşa etmek durumunda kaldığını söylemek mümkün değilse de bu işlevi dijital teknolojinin ve gadrine maruz kaldığımız simülakr çağın araçlarının yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Demokrasinin tanıdığı özgürlük imkânından yararlanan bireyin geçmişten ve gelenekten kopuş yaşadığı, sürekli bir yenilenme arzusu ve serbestliği içinde geçmiş deneyimlere sırt çevirdiği, toplumsal bilincin bu nedenle kesintiye uğradığı bir durumu yaşamasak da bilginin dijital olanaklarla sınırsızca büyüdüğü, çoğaldığı ve dolaşıma girdiği ama bir o kadar da dijital sisin yarattığı bulanık bir dünyanın tanımlanması zor yeni bir gerçekliğini yaşıyoruz. Dolayısıyla bu teknolojik çağın yarattığı yeni bir neslin farklı algı ve düşünce biçimleriyle, yeni değerlerle, davranış biçimleriyle ve önceliklerle şekillendiğine de tanık oluyoruz.
Ülkemiz gündeminde bir süredir iktidar elitleri ve CHP arasında yaşanan sert siyasal kutuplaşmanın giderek geniş toplumsal kesimlere de sıçradığına tanık oluyoruz. Adeta birbirlerini bir çeşit ontolojik reddiyeye dönüşen bu kapışma birbirine benzemez birçok muhalif kesimi bir araya getirme potansiyeli de taşıyor. Yaklaşık on gündür özellikle büyük kentlerde eylemlere önderlik eden Z kuşağının (1997-2012 doğumlular) bu radikal tavrının hem sürecin ruhunu belirlediğini hem de niteliği yönüyle ilgi çektiğini söylemek mümkün. Üniversite gençliğinin belli bir örgütsel yapı veya önderlik olmadan bu toplantı ve gösterilere kendiliğinden dâhil olarak ve hatta iki parti (AKP-CHP)arasında başlamış gibi görünen bu sokak hareketinin dinamosuna dönüşerek muhalif eylemlerin yükünü sırtlaması birçok insanı şaşırtmış görünüyor. Çünkü yaygın tanımlamayla Z kuşağı olarak adlandırılan bu üniversiteli kuşağın; “bencil, değerden yoksun, apolitik” gibi yargılarla nitelendirildiği ve bu tür toplumsal, politik meselelere hiç de duyarlı olmadığı kanaati hâkimdi. Ancak Z kuşağı için özellikle önceki kuşakların dünyayı kendi perspektiflerinden değerlendirmesiyle şekillenen klişelerden biri olarak görülen bu tür yaklaşımlarının yüzeysel ve içi boş argümanlardan oluştuğunu söylemek mümkün. Nitekim son günlerde gerçekleşen eylemlerde tanık olduğumuz üzere, bu gençlerin hiç de politik bilinçten yoksun olmadığını ve toplumsal meselelere karşı duyarsız kalmadıklarını; uzun yıllardır baskıladıkları duygularını serbest bıraktıklarını, kökten bir değişimi arzuladıklarını ve bunu yaratıcı bir biçimde dile getirdiklerini görüyoruz.
Yaygın düşünce kalıplarından biri de Z kuşağının umursamaz, tembel, bilgisayar başında oturan, cep telefonuna yapışık yaşayan ve bu yüzden giderek asosyalleşen bireylerden oluştuğuydu. Görünüşte böyle olsa da bu algıya sahip olanlara, aslında Z kuşağının kendilerinden önceki kuşaklardan farklı olarak internetle doğup büyüdüklerini ve bu araçla büyüklerden daha farklı bir ilişkiye sahip olduklarını, sosyal ilişkilerini bu sanal ağlar üzerinden sürdürdüklerini gözden kaçırmamaları gerektiğini hatırlatmak lazım. Etrafı teknolojik aygıtlarla çevrili bir dünyaya doğan bu gençlerin, teknolojiyle ilişkisi önceki kuşakların zorunluluklardan doğan kısıtlı ilişkisine benzemiyor, doğal olarak. Z kuşağını, sosyal çevrelerinden anne-babalarından ve öğretmenlerinden daha çok sosyal medyanın ve internetin büyüttüğünü, kimliği, kişiliği ve değer yargılarını belirlediğini ve kendileri için daha etkili ve işlevsel birer rehbere dönüştüklerini görmek gerekiyor. Büyük bir maharetle kullandıkları ve bedenlerinin birer parçası gibi taşıdıkları bu araçlar algı dünyalarının, akademik ve günlük hayatlarının doğal bir parçası olmuş durumda. Anne-baba, öğretmen ve ders kitapları gibi geleneksel referans kaynaklarına ve bilgi otoritelerine bağlı ve bağımlı olmaktan azade olarak büyüyen Z kuşağı, internet ortamının ve diğer bütün dijital bilgi kaynaklarının sağladığı sonsuz enformasyon olanakları içinde büyüdü. Bundan dolayı onlara dair yaygın algının tersine gençlerin, bağımlısı gibi göründükleri dijital bilgi araçları sayesinde dünya ve kendileriyle ilgili ya da politik ve toplumsal olaylarla ilgili çok farklı düzey ve biçimlerde duyarlık geliştirdiklerini görüyoruz.
Aslında görünenin tersine gelecek nesillerin ve kendi geleceklerinin karşı karşıya olduğu zorlukların oldukça farkında olan, açık görüşlü bir neslin parçası olarak yaşama müdahil oluyorlar. Fiziki sosyal ortamlarla değil ama dijital ağlarla birbirine bağlı Z kuşağı bu ağların sağladığı olanaklarla her şeyden önce kolektif bir şekilde düşünüp akıl yürüten, birlikte iş yapmaya, ortak üretim içinde çalışmaya meyilli bir esneklikte yetişiyorlar. Özellikle kişisel alanlarına, mahremiyetlerine, konforlarına saldırıldığında, geleceklerine el konulduğunu, özgürlüklerinin egemen sınıf tarafından elinden alındığını hissettiklerinde oldukça güçlü tepkiler verebiliyorlar ve kendilerini ilgilendiren sorunlar hakkında bilgilenerek, taleplerinin karşılanması konusunda ısrarcı olabiliyorlar. Fakat bunu, geçmişin siyasal-politik jargonlarını ve eylem tarzlarını kullanarak yapmıyorlar. Politik bilinçleri de yine geçmişin geleneksel veya klasik literatürüne bağlı olarak oluşmuyor. Bu nedenle politik eylemlere ilişkin tutumları da alışıldık ve bilindik kalıplara uygun düşmüyor. Nitekim önceki kuşaklar için siyaset, çoğunlukla televizyon, gazete haberleri ve meydanlardaki protestolarla anlam kazanıyordu. Z ve Alfa kuşakları ise dijital dünyanın içinde büyüdüler ve politik bilinci sosyal medya üzerinden edindiler. Twitter (X), TikTok, Instagram ve facebook gibi platformlar, onların bilgiye erişimini hızlandırdı ve dünyanın her yerindeki eylemlerden haberdar olmalarını ve hatta ülke ve kıta sınırlarını aşan ortak eylemlilikler planlamalarını sağladı. Dijital aktivizm, fiziksel protestolara dönüşebilecek bir bilinç oluşturduğu gibi, hızlı ve etkili bir iletişim olanağı da vererek çok büyük kalabalıkların, en kısa sürede örgütlenmesine ve kolektifler oluşturmasına da imkân tanıdı.
Ayrıca iklim krizleri, ekonomik adaletsizlikler, eğitim sistemindeki çöküşler, savaşlar ve otoriter yönetimlerin baskılarının, bu kuşakları doğrudan etkilediğini ya da bu etkinin görünümünün dijital haber kaynakları marifetiyle arttığını da söyleyebiliriz. 1960, 70, 80 kuşağı siyaseti daha soyut kavramlar üzerinden ve nispeten kendi kapalı-lokal alanları içinde tartışırken, Z kuşağının bu sorunları bütünüyle görünür olmuş şeffaf bir dünyada ve kendi hayatlarında somut biçimde hissettiklerini söylemek mümkün. Bu nedenle gençlerin siyasete olan ilgisizliğini değil ama geleneksel siyasetin retoriğinin ve araçlarının onlara hitap etmiyor olmasını tartışmak daha doğru olacaktır. Dolayısıyla parti politikalarına ve geleneksel ideolojik kutuplaşmalara mesafeli olmaları, onların apolitik oldukları anlamına gelmiyor. Aksine, yeni bir siyaset anlayışı, yöntemi, gündemi ve dili arayışında olduklarını gösteriyor. Bu nedenle klasik hiyerarşik örgütlü yapılar yerine esnek yatay örgütlenmeleri, kolektif hareketleri ve bağımsız aktivizmi tercih ediyorlar. Klasik anlamda “sol” ya da “sağ” politikaların ötesinde ve bu tür dar angajmanları aşan daha evrensel ölçekli insan/doğa/hayvan hakları merkezli bir duruşa sahipler. Kendi kimliklerini özgürce ifade etmek ve başkalarının da bunu yapabilmesini sağlamak istiyorlar. Gençler genellikle “siyaset üstü” olduklarını düşünse de, baskı arttığında ve temel hakları tehdit edildiğinde hızla politikleşebiliyorlar ve kritik anlarda kolektif bilinçle hareket edip tepkilerini daha alışılmadık, yaratıcı ve dijital çağa uygun araçlarla ifade edebiliyorlar.
Yüzyılın ikinci çeyreğinin kapısındayken, toplumların geleceğini belirleyecek en önemli demografik grup olan Z kuşağının toplumsal olaylara ve politik alana dair tutumunun niteliği, içeriği ve biçimi bu yüzden küresel dinamikler açısından büyük önem taşıyor. Dijital çağın içine doğan bu jenerasyon, görülüyor ki önceki kuşaklardan farklı bir algı ve bilinç geliştirmiş durumda. Kimi düşünürler bu kuşak tanımlamalarına karşı çıksa da Pierre Bourdieu’nun habitus kavramının da bize hatırlattığı gibi, bireylerin toplumsal koşullar tarafından nasıl şekillendirildiği ve yine bu şekillenmeyi bireylerin özgün deneyimleriyle de biçimleyerek bilinçdışı eğilimler ve yatkınlıklara taşıdığı ve yeniden ürettiği yönündeki bilgi, bu kuşak tanımlamalarının hiç de yapay olmadığını anlatır. Önceki kuşaklarla aynı habitiusu paylaşmayan Z kuşağının özgün, teknolojik araçlarla ve dijital bilgi ağlarıyla örülü habitiusu, onların karakterinin sıra dışı-ezber dışı yapısının da belirleyicisi oluyor. Habitusun kimlik, değer, algı ve bilgiyi belirlemedeki rolünün önemi, Z kuşağının habitusunun niteliğiyle ilgili merakı da uyandırdığı aşikâr. Kavramın yaratıcısı Bourdieu habitusu şöyle tanımlar:
“Kalıcı, aktarılabilir yatkınlıklardan; yapılandırıcı yapı işlevi görme, yani pratikleri üreten ve düzenleyen birer ilke işlevi görme eğilimindeki yapılandırıcı yapılardan; sonuçlara yönelik bilinçli bir hedef gütmeyi veya o sonuçları elde etmek için gereken işlemlerde açık bir yetkinliği gerektirmeksizin sonuçlarıyla nesnel uyum içinde temsillerden oluşan bir sistem. Hiçbir surette kurallara riayetin neticesi olmaksızın nesnel olarak kurallara bağlanmış ve kurallı olan bu yatkınlıklar, yapılar ve temsiller, bir şefin düzenleyici eyleminin neticesi olmaksızın topluca uyum içinde düzenlenebilir.” (Pierre Bourdieu, Kültür Üretimi)
Görüldüğü üzere Bourdieu, bireyin eylemlerini yalnızca bireysel seçimler ya da dışsal yapılarla açıklamanın yetersiz olduğunu savunuyor ve habitusu, bireyin toplumsal çevresi tarafından şekillendirilen ancak bireyin özgün deneyimleriyle de biçimlenen, bilinçdışı eğilimler ve yatkınlıklar bütünü olarak tasarımlıyor. Bourdieu’nün belirttiği gibi habitus, bireylerin bilinçli bir plan yapmaksızın belirli eğilimleri içselleştirmesiyle oluşuyor. Z kuşağı, dijitalleşmenin ve küreselleşmenin yoğun biçimde şekillendirdiği bir toplumsal ortamda büyüdüğü için dijital medya, bu kuşağın siyasi ve toplumsal olaylara dair algısını, bilincini ve bilinçaltını belirleyen en önemli alanlardan biri haline geldi. Bilgiye erişimin kolaylığı, çeşitli dünya görüşlerine açık olma ve ağ tabanlı aktivizme yatkınlık gibi özellikler, Z kuşağının habitus’unu şekillendiren unsurlar arasında yer alıyor. Kapitalist krizler, iklim değişikliği ve toplumsal adalet meseleleri, Z kuşağının doğrudan deneyimlediği yapılar olarak, onların politik duyarlılıklarını belirliyor. Bu kuşak, ülkemiz özelinde bireysel başarıya dayalı neoliberal rekabet anlayışı içinde büyürken, aynı zamanda son yirmi küsur yılın otoriter siyasal sisteminin toplumsal eşitsizlikler ürettiğine dair bir farkındalık da geliştirdi. Bugünkü eylemselliklerinin, bu farkındalığın yarattığı muhalif bir bilinçten kaynaklandığını söylemek mümkün. Bourdieu’nün tanımında vurguladığı gibi; habitus, “kurallara tabi olma” zorunluluğu olmaksızın, nesnel olarak belirli düzenlilikler içinde hareket eden bir yapılandırıcı işlev görür. Bu ilkeye göre, bu kuşağın hareketlerinin fiziki hiçbir kurala tabi olmayan dijital-sanal habituslarının ürettiği nesnellik içinde yapılandığını görmek gerekiyor. Z kuşağının politik eğilim ve hareketlerinin de “kurallara tabi olma” zorunluluğunu hissetmedikleri bu olanaklılık ve algı çerçevesinde geliştiğini fark ediyoruz.
Sadece ülkemiz özelinde değil, dünya genelinde Z kuşağının, önceki kuşaklara göre hiyerarşik ve otoriter yapılara daha eleştirel bakma eğiliminde olduğunu da söylemek mümkün. Bunu, özellikle aile yapıları, devlet kurumları, ideolojik-politik doktrine gruplar ve katı hiyerarşik feodal yapı ve kurumlar ve geleneksel medya organlarına karşı geliştirdikleri güvensizliklerinde görebiliyoruz. Bu yapılara dâhil olmak istememeleri de onların kendilerini toplumdan yalıttığı, apolitik, izole bir yaşam sürdükleri türünde bir algıya yol açıyor. Ancak durumun öyle olmadığını görüyoruz ve aslında geliştirdikleri kendi özgün habituslarında katı örgütlenmeci ve hiyerarşik olmayan; esnek, gönüllü, aktif fiziki katılım gerektirmeyen kolektifler geliştirebildiklerini ve kendilerini orada ifade edebildiklerini anlıyoruz. Dar, kalıpçı, sekter ve doktrine ideolojik-politik söylemler ve soyut özgürlük vaatleri yerine somut bireysel özgürlükler, cinsiyet eşitliği, LGBTQ+ hakları, hayvan ve doğa hakları ve etnik azınlıkların temsili gibi konular, bu kuşağın politik söyleminde daha önemli bir yer tutuyor. Bu durumu, bireysel kimliklerin daha belirleyici olduğu yeni tür bir sosyal habitus’un ürünü olarak görmek mümkün. Bourdieu’nün belirttiği düşünce üzerinden ilerlersek Z kuşağı habitusunun, bireylerin bilinçli hedefler belirlemeksizin belirli eğilimleri içselleştirmesiyle oluştuğunu söyleyebiliriz. Örneğin Z kuşağı için çevresel duyarlılık, doğrudan politikleşmiş bir alan olmaktan çok, gündelik pratiklerinde kendiliğinden ortaya çıkan bir davranış biçimi olarak görülür (örneğin sürdürülebilir tüketim alışkanlıkları, vegan beslenme vb.).
Bourdieu’nün teorisinde habitus, bireyin içinde bulunduğu yapılar tarafından şekillendirilse de, bireylerin bu yapıları dönüştürme potansiyeli olduğunu biliyoruz. Örneğin Z kuşağının, özellikle dijital alanı kullanarak geleneksel politik aktörlerin ve sistemlerin dışında yeni aktivizm biçimleri geliştirme eğiliminde olduğuna tanık oluyoruz. Bu durum, habitus’un “kendiliğinden düzenlenen bir yapı” olmasıyla uyumlu olarak da değerlendirilebilir. Nitekim sosyal medya aktivizminin, geleneksel örgütlü siyaset yerine, kolektif bilinçle hareket eden ve hiyerarşik olmayan bir mobilizasyon yöntemi olarak geliştiğini söyleyebiliriz. Merkezi olmayan gösteriler; örneğin Gezi Parkı eylemleri, içinde olduğumuz şu süreçte Saraçhane mitingleri ve üniversite kampüslerinde başlayan eylemler gibi hareketler, bu kuşağın “bir şefin düzenleyici eylemi olmaksızın” kolektif bir düzen oluşturabildiğini gösteriyor. Z kuşağı, geleneksel politik aktörlerden uzaklaşırken, yeni nesil ağlar ve dijitalleşme üzerinden farklı bir politik eylem biçimi üretiyor. Sistematik baskılara karşı duyarlılık geliştirmeleri, özellikle sosyal medya ve kolektif bilinç ile desteklenen bir habitus’un sonucu. Ancak, bu kuşağın yeni bir düzen kurma konusunda ne kadar etkili olacağı henüz belirsizdir. Çünkü habitus, bireylerin toplumsal yapıları içselleştirmesiyle oluştuğundan, sistemin sunduğu olanaklar dâhilinde dönüşebilir ama radikal bir kopuş yaratması zor olabilir.
Bourdieu’nün perspektifinden devam edersek, Z kuşağının politikleşme biçimi “kurallara tabi olmaksızın kurallı” olan, yani sistem içinde yeni bir düzenlilik üreten bir yapısal dönüşüm sürecinde şekilleniyor, diyebiliriz. Bu dönüşümün, bu kuşak için geleneksel siyasetin değişimde zorlanan, katı ve köşeli tutumundan farklı; daha akışkan, duruma göre yenilenmeye, reforme edilmeye uygun bir politik alan yarattığını gözlemleyebiliyoruz. Genel olarak siyasetin, Z ve Alfa kuşağı için opak bir dünya olduğunu ve kendilerini bu dünyadan uzak hissettiklerini de biliyoruz. Ayrıca geçmişin de temsilcisi olan adaletsiz, sert, tehdit edici siyaset dünyası tarafından pek dinlenilmediklerini, dikkate alınmadıklarını düşündüklerini ve bu nedenle siyaset sınıfına karşı güçlü güvensizlik duyguları beslediklerini de görüyoruz. Çünkü bu politikacıların, günümüzün düşük ücretli ve güvencesiz işlerde ve çok yüksek bir işsizlik oranında somutlaşan güvencesiz durumlarından büyük ölçüde sorumlu olduğunu düşünüyorlar. Dahası günümüz şartlarında gençlerin işsiz kalma olasılığının yetişkinlerden üç kat daha fazla olduğu, iş bulsalar da geçinecek bir gelire sahip olamadıkları gibi iç karartıcı gerçekliklerin de bilincinde olarak gelecekleri konusunda büyük kaygılar taşıdıklarını anlıyoruz. Ancak yine de Türkiye nüfusunun yüzde 15’ini temsil eden Z kuşağının, ülkenin içinde bulunduğu büyük sorunlar konusunda her zamankinden daha fazla sorumluluk hissettiğini ve değişimi savunduğunu, bu konuda inisiyatif almak istediklerini de görebiliyoruz. Son olayların hemen herkese gösterdiği başlıca farkındalık da bu olsa gerekir.
Geleceğin beklentilerine odaklanmış, son yirmi yıl Türkiye’sinde sergilenen ısrarlı geçmiş fetişizmine rağmen, geçmişe çok az ilgi duyan; farklı coğrafyalarda çalışmayı, seyahat etmeyi ve konforu seven, durmadan yeni şeyler öğrenen, kendilerini çok çeşitli alanlarda eğiten, farklı tüketim alışkanlıkları olan bu gençler, iktidar eliti ve siyasi partiler arasında var olan uçurum ve yanlış anlamalara rağmen, yeri geldiğinde kendilerini en iyi şekilde ifade ederek ve kendilerini ilgilendiren siyasi meselelere ve kendilerini etkileyen toplumsal sorunlara değinerek siyasi olarak da aktif kalmaya devam ediyorlar. Z kuşağını yeni bir halk olarak tanımladığımızda, bu halkın, eskinin halkıyla ve özellikle politika üreticileriyle tercüme gerektirmeyen, birbirlerini önyargısız anlayabilecekleri yeni bir dile ihtiyaç duyduğunu da söylemeliyiz. Bu ortak dili, ülke sorunları konusunda içten kaygı taşıyan, sorumluluk duyan hemen herkesin ortak duyarlılığıyla oluşturmak zorunda olduğumuz kesin. Geleceğimizin sahibi olan bu yeni halkın, anlayışa, hoşgörüye, samimi biçimde sözünün dinlenmesine, arzu ve ideallerine değer verilmesine ihtiyacı var. Bu sorumluluk da bütün büyüklere ama özellikle ülkeyi yönetenlere ve yönetime talip olanlara düşmektedir. Gösterilerde kullanılan “Korkmayın la, biz halkız!” dövizinde sözü geçen “halk”, özellikle Z kuşağı halkı, yeni bir halk olarak anlaşılmayı ve dikkate alınmayı bekliyor.
KAYNAKÇA
Pierre Bourdieu, Kültür Üretimi, çev. Sibel Yardımcı, Elçin Gen, İletişim, 2023: 15,16
/Bu yazı Birikim Dergisi’nden alınmıştır/