Celal Başlangıç kalemin erdemini, meslek namusunu koruyan bir gazeteciydi. Kürt’e “vur ha vur” eden kahir çoğunluğa inat, katillerin yüzüne ışık tutuyordu. Giderken çok zengindi. Ardında, bir sevgi ve saygı seli aktı.
Ahmet Kahraman: Yeni Özgür Politika
Türk devleti ölüm öldürümlerle sorunların üstesinden gelmeye çalıştı, çalışıyor. Yüz yıllık ömrü boyunca, bu böyle.
Oysa yer yüzü, diyalektiğin değişmeyen değişim yasası gereğince, kendini dönüştürüp “değişimler”den gele geliyor. Ve bunların yüz yıllık ömrü boyunca, yer yüzü kültürde, sanatta, sosyal hayat, bilim ve teknolojide ne değişimlere uğradı, neler!..
Gelgelelim bunlar, yerlerinde sayıp ölüm ve öldürümü, yok ediciliği kutsal bir miras gibi yüceltiyorlar. Her gün, öldürdükleri Kürtlere ilişkin rakamları, medeniyetlerinin yükselen erdemi olarak açıklıyorlar. İber faşistleri, 1930’larda “yaşasın ölüm” diye diye bunu yapıyorlardı.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin
Her ne ise bugün, 6 Mayıs, 1972 yılının 6 Mayıs’ını düşünüyorum. O sabah, beynimde tortullaşmış endişenin etkisiyle, ürpererek uyanmıştım. Gözlerim yarı yumuk baş ucumdaki radyoyu açmıştım. Spiker, ağlayan bir sesle “Üçler”in (Deniz, Yusuf ve Hüseyin) öldürüldüğünü anlatıyordu.
Bir an kala kaldım. Sonra kalktım. Ama bacaklarım tutmuyor, ellerim titriyor, gözlerinden sicim gibi sular akıyordu. Ağlayarak traş oldum. Çalıştığım Anka Ajansı’na yollandım.
Deniz dışardayken, onunla konuşan son gazeteciydim. Siyasal Bilgiler Fakültesi yurdunda buluşmuştuk. Üniformayı andıran ve üstüne oturan giyitleri içinde şıktı. Özel yapım gibi duran botları ayağında, yakası kürklü parkası omzundaydı.
Sonra yanında Yusuf, Sinan’la (Cemgil) buluşmak için, dağa giderken Sivas’ın Gemerek’inde yolu kesilmişti. En acısı, uğruna ölümlere yürüdüğü köylüler, “sürek avı”na çıkar gibi, çamurlu tarlalarda peşine düşmüşlerdi.
Yusuf “firarda”yken, Amasya Suluova’nın bir köyünde buluşmuş, gece yastığın bir ucunu o, ben başımı koymuş, yorganı da bizi örtsün diye enlemesine örtünmüştük. Ötede, daha sonra polis tarafından vurulacak olan Mustafa Taylan Özgür yatıyordu.
Yusuf en son, Filistin dönüşü “ben Antep’teyim” diye aramıştı beni. Görüşmek üzere sözleştik. Ama olmadı.
Üçü de üniversitede öğrencisiydi. Ülkeleri ve halklarını seviyorlardı, aşkla. Deniz, Erzurum Ilıca’lıydı. Yusuf, ailesi Yozgat’a sürgün bir Kürt’tü. Hüseyin, Kayseri Kürt’üydü. Gözdağı, yani terör rüzgarı olsun diye, öldürülmek üzere seçilmişlerdi, onlar. Demirel ve darbeci generaller onları hınçla, köpüren bir öfkeyle cellada havale ettiler.
Ama bu devlet, ta başından beri böyleydi. Terörle mutluluk dağıtıyordu, kendince. Kuruluşuna darağacı gölgeleri düşmüştü. Halkları, tek tek muhalifleri, sulu çayırların boy atmış “palax otu”nu tırpanlarcasına devire devire geliyorlardı.
Can alıp işkence etmek, onlara göre vatana hizmetti. Bu söylemle işledikleri suçları külle örtüyorlardı. Külleri eşeleme cesareti gösteren gazeteciler, yazar ve aydınlar, yüz yıl öncesinden beri vatana hizmetti. Vatan dedikleri ise öz ve özel çıkarlarıydı.
Osmanlı Paşası Mustafa Kemal’e muhalif gazeteci Ali Kemal, sivil giydirilmiş askerlere linç ettirilerek susturuluyordu. Kemal, devletin tapusunu teslim aldıktan hemen sonra, Kürtleri tuzağa çekip, “isyan var” diye diye kırıma geçtiğinde, kendisini övmeyen gazetecileri “vatana ihanet” etmekle suçluyordu. Dönemin ünü büyük kalemleri Ahmet Emin Yalman ve Hüseyin Cahit Yalçın, bu suçlama ile idam edilmek üzere, İstiklal Mahkemesi’nin önüne atılıyor, ancak özür dileyip “bir daha yapmam” sözü verince “kelle”lerini kurtarabiliyorlardı.
Nazım Hikmet’in gerçek suçu, “Ben Deniz Kızı Eftelya değilim” diyerek, Atatürk’ü, şiir okuyarak eğlendirmeyi reddetmesiydi.
Atatürk’ten sonra gelen seçilmiş ya da darbeyle başa çökmüş diktatörler, atanın mirasını yaşatırcasına, kendi “lanetliler bahçeleri”ni yaratıyorlardı. Muhalif gazeteci ve yazar Sabahattin Ali’nin kafası odunla patlatılıyor, Orhan Kemal’e kan kusturuluyor, Aziz Nesin kelepçelenip sokaklarda gezdiriliyordu. Linç edilmekten zor kurtulan Çetin Altan, yıllarca hapis yatırılıyor, mahkemelerde sanıkken ölüyordu.
Kürtler ise ışık sızdırmayan bir kara perdenin gerisinde boğazlanıyor, ülkeleri yakıp yıkılarak yükte hafif neleri varsa talan ediliyordu.
Celal Başlangıç; kalemin erdemini savunmak
Kurdistan, 1990’larda bir kere daha kara perdeyle örtüldü. Karanlıkta kırım ile kan sesi birbirine dolanmaya, yanan köylerin dumanı arşa yükselmeye başladı. Sansüre rağmen mesleklerini sürdürmeye çalışan Kürt gazetecileri vahşi bir kırıma kurban gittiler.
Türk medyası bu süreçte, yangınla sarılıp katliamdan geçen masumları, suçlu gösterip “terörist” ilan etmekle görevliydi. Onların sadece inkarın haberini yazıp katilleri cilaladığı bu dönemde, Celal Başlangıç kalemin erdemini, meslek namusunu koruyan bir gazeteciydi. Kürt’e “vur ha vur” eden kahir çoğunluğa inat, katillerin yüzüne ışık tutuyordu. Ama her şey bir yere kadardı. Sonunda “bendeniz” gibi, müşterek bağlarını kopardı. Doğduğu ülkeden ayrıldı. Ölümün eşiğindeyken, eşi Ayşe Yıldırım’a “beni oraya götürmeyin” dedi.
Celal benim, varlığıyla onurlandığım meslektaşım, arkadaşımdı. Giderken çok zengindi. Ardında, bir sevgi ve saygı seli aktı.