Ahmet Yıldırım: Roboskî 10. Yıl; 100 Yıl da Geçse Katliam Gerçeği

Yazarlar

Bazı tarihler vardır ki lanet okunasıdır, hançer gibi saplanır insanın bağrına. Karşılamak o tarihleri ve hatta hatırlamak dahi ızdırap sebebidir. O tarihler her gelip çattığında toplumsal bir kasvet, bir efkar çöker duygudaş toplulukların üzerine. 

28-30 Temmuz 1943 Wan-Özalp-Gelîyê Sefo 33 kurşun…

28 Aralık 2011 Şirnex-Roboski 34 Can…

68 yıl arayla işlenmiş bu Kürt katliamlarında yer ve zaman imgelemi değişse de; ortak olan konu Kürd’ün vicdanında ve ahlakında 100 yıldır mahkum olan “Sınır” ve kaçakçılık ile Kürd’ün katline yazılan değişmez ‘ferman’dır. 

  “Bilmezlikten değil, 

   Fıkaralıktan 

   Pasaporta ısınmamış içimiz 

   Budur katlimize sebep suçumuz, 

   Gayrı eşkiyaya çıkar adımız 

   Kaçakçıya 

   Soyguncuya 

   Hayına…

Şairin dizelerinde ifadesini bulduğu üzere değişmeyen gerçeklik, katliama sebep edilen vicdanlarda hiçbir zaman meşruiyet edinmemiş yapay bir sınırdır.

Gelîyê Sefo ve Roboskî;

Birinin hayvancılık, diğerinin mazot kaçakçılığıyla ilişkilendirilmesi; birinin elleri arkalarından bağlı halde kurşunlanması, diğerinin teknoloji çağında uydu koordinatları kullanılarak uçaklar marifetiyle yapılması; birinde katledilenlerin can sayısının 33 diğerinde 34 olması Cumhuriyet dönemi boyunca Kürt tarihinin katliamla yazılması ortak gerçeğini değiştirmiyor.

Bir diğer ortak nokta da, katledilenlerin katliamdan belki 3 dakika önce dahi resmî üniformalıların böyle bir katliamı yapacağına ihtimal vermemeleri yönündeki iyi niyetleri, saflık, talihsizlik ve kahrediciliktir. 

Devlet ayarlı bu katliamlardaki benzerlik öyle ki, Gelîyê Sefo katliamı üzerine üstad Ahmed Arif’in yazdığı 33 kurşun şiiri neredeyse her bir dizesi ile 68 yıl sonraki Roboskî’yi anlatmaktadır. Kimbilir şiirdeki rakamının 34 olarak okunması durumunda, sanki Roboski üzerine yazılmış bir şiir olduğu duygusuna kapılmanız işten bile değil.

Elbette bugün günlerden Roboskî ve kalbimiz F 16’lardan atılan bombaların altında atıyor bugün. Dile kolay 34 can, 34 çocuk, 34 parçalanmış beden, 34 yaşanmamış hayat. Geleceklerine, sevgililik-evlilik-aile hayatlarına dair özlemlerine ateş yağdırılmış, hayatları kana bulanmış 34 genç ve çocuk dünyası. 

Katliamın 2’inci ve 5’inci yılında ziyaret ettiğim Roboski köyünde aileler, ölüm saçan bombaların sesini kulaklarında, kan kokan atmosferin havasını burunlarında, parçalanmış cesetlerin sarılı olduğu battaniyeleri katır sırtında gibi ilk günkü duyguyla taşıyorlardı.

Bazı havalar vardır ki, kan ve katliam kokar. Bütün beşerî, ruhanî ve doğa diyalektiği ölüme ayarlamıştır kendini. Devlet fermanlı katliam uçaklarını kış zemherisinde bile engelleyecek mevsim normali olan bir bulut, bir sis, ince bir pus dahi yoktur. 

Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir, Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı” dese de üstad, uzay çağının namertliğinde ne menem silahlar hükümsüz kılıyordu sarp dağların yiğitliğini. O coğrafyada mevsimin hakim doğa olayı da o gün ölüm kusan hava saldırı sistemleri karşısında kendini geri çekmiştir.

  “Çaresiz

   Vurulacaktı, 

   Buyruk kesindi, 

   Gayrı gözlerini kör sürüngenler 

   Yüreğini leş kuşları yesindi..

    ….

   Vurulmuşum 

   Dağların kuytuluk bir boğazında 

   Vakitlerden bir sabah namazında 

   Yatarım         

   Kanlı, upuzun...”

Ahmed Arif’in dizelerinde de ifadesini bulan ilahi ve beşeri buyrukla, doğa diyalektiğinin buluştuğu yerdir Roboskî bir anlamda.

Devlet dersinde ve lügatında Kürd’ün katliamı hep rutindir. Zaman, mekan, katliamın biçimi ve enstrümanları değişir devletin kitabında ama Kürd’ün katline dair ferman değişmezdir.

Kürt açısından yürünecek yol, verilecek mücadele ve elde edilecek hakkın bu hakikatten kopularak sağlanması çok da imkan dahilinde değildir.

 “Bin yıllardan bu yan, bura uşağı

   Gel haberi nerden verek 

   Turna sürüsü değil bu 

   Gökte yıldız burcu değil 

   Otuzüç kurşunlu yürek 

   Otuzuç kan pınarı 

   Akmaz, 

   Göl olmuş bu dağda…

Roboskili annelerin elini tutabilmek, nişanlıların gözlerine bakmak, büyüklermiş gibi kazılan mezarlara bırakılmış küçük çocukların hazin yazılmış kaderini düşünebilmek her vicdan sahibinin kârı değildir. Roboskî’ye misafir olmak, sofralarına oturmak, köyün atmosferini tenefüs etmek, “kaçax”a gidip de dönemeyenlerin duygusunu anlayabilmek, onların yerine birkaç cümle duygu ve düşünce ifade edebilmek cesaret ve emek ister.

İki defa köye misafir olmuş, sofralarına oturmuş, mezarlarını ziyaret etmiş ve dua etmiş biri olarak biraz da mahcubiyetle katliamın 5’inci yılında Roboskîli iki genç adına TBMM kürsüsünden konuşmaya çalışmıştım;

Ben, Seyithan Enç’im. 1990 yılında, havanın kurşun gibi ağır olduğu günlerde, Roboski’nin yanı başındaki Gülyazı köyünde doğdum. Belki dağları delemedik, göğsümüzü deldi kara gülleler. Ferhat’la ve Mecnun’a haber salın. Teknoloji çağı deyip küçümsedikleri zamanda bir genç, sevdiğinin sesini duyabilmek ve bunun nafakasını, başlığını toplayabilmek için öldürüldü.”

Ben Nadir Alma’yım. İstatistik değilim, insanım; rakamlarla anmayın ölümümü. Benim de bir hikâyem var. Dünyaya, 13 nüfuslu bir ailenin ikinci erkek evladı olarak geldim. Hüzünlü bir mevsimdi. O gece 34 yıldız kaydı gökten; 34 dilek tutuldu, 34 nefes. Ömrümün yirmi beş senesini yaşayamadım. Soranlara deyin ki: ‘Şimdi gülümsüyor, hem de ölümsüzlüğün sonsuzluğu içinden.’ Belki kızacaksınız ama bir çift sözüm var: Eğer beni öldüren bombalar adaleti öldürmediyse sadece adalet talep ediyorum…

Roboski’yi ziyaret ettiğimiz katliamın 5’inci yıldönümünde, anneler tam da Nadir Alma’nın duygusuyla adalete dikkat çekiyorlardı; “Biz evlatlarımızın yerine kan istemiyoruz, kimsenin canını istemiyoruz, kimse öldürülsün istemiyoruz; sadece adalet istiyoruz…”

Kalkan uçağın, kullananın, emri verenin, emir sahibi olan siyasi iradenin belli olduğu ve buna rağmen aranan da bulanamayan adalet… 

İç ve uluslararası hukukta adaletin tecelli edeceğini düşünmek ultra bir beklentiydi, kirli çıkarlar üzerine kurulu kapitalizm çağında. Öyle ya basit bir evrak eksikliği gerekçe gösterilerek, planlayan ve faillerin bile reddetmediği bir katliam AİHM tarafından bile yok sayılmıştı.

“Ulusüstü” yargı bu kararı alınca sanki bu katliam gerçekleştirilmemiş, 34 çocuk canı uçaklarla paramparça edilerek öldürülmemiş oluyor. Hükmümü ve inandırıcılığını kendi eliyle çoktan kaybetmiş AİHM, ne de olsa devlet tezgahlarında taammüden öldürülmüş Kürt gençlerinin canını birkaç bin Euro ile kapatmayı hukuk içtihatı sayan bir kuruma dönüşmüştü artık. 

Kürt bugün artık yalnız başına kendi duygusu, hakikati, mücadelesi ile tüm faillerin bağımsız mahkemelerde yargılanması, adaletin tesis edilmesi gerçekliği ile karşı karşıyadır. Bunun dışındaki bir adalet beklentisi ve umudu hepimiz için tarihsel gerçeklikten hiç ders çıkarılmamış bir saflık olur.

İlginizi Çekebilir

Uğur Güney Subaşı: Kötülüğün Pedali!
Meral Şimşek: Ben Geldim, Gülümse!

Öne Çıkanlar