Alattin Bilgiç: Türk Entelektüellerinin İkili Dünyası

GenelGündem

Aydınların Sorumlulukları ve Etik Sorgulamalar

Bir aydının, ülkesinin işgal altındayken halkının yanında durup işgalcilere ve sömürgeciliğe karşı tavır alması, tarihsel olarak anlaşılır ve temel bir sorumluluktur. Bu, eleştirilemeyecek bir tutumdur. Ancak burada sorulması gereken önemli sorular vardır: Gerçekten bir anti-emperyalist mücadele mi söz konusudur? Bir kurtuluş savaşı mı yaşanmaktadır? Bu süreçte diğer halklara haksızlık yapılmış ya da katliamlar gerçekleştirilmiş midir? Türkler dışındaki uluslar ve halklarla kurulan ittifaklar samimi miydi? Yine bu halk ve uluslar yaşanılan coğrafya ve topraklar üzerinde eşit temsiliyete sahip oldular mı? Birlikte mücadele ettikleri iddia edilen halk ve uluslara, liderlerine adil ve demokratik bir yaklaşım sergilenmiş midir? İstiklal Mahkemeleri’nde bu halkların öncüleri yargılanıp idam edilmiş midir? Mücadele sona erdikten sonra bu ulusların dili ve kültürü yok sayılmış mıdır?

Bu sorular uzayıp gider. Eğer bu tür olumsuzluklar yaşanmışsa ve aydının destek verdiği ülke, işgal altındaki diğer halklara karşı asimilasyon, inkâr ve imha politikaları yürütüyorsa, bu durum karmaşık bir etik ve politik sorgulamayı gerektirir. Aydınlar, işgalcilere karşı oldukları kadar, kendi ülkelerinin egemenlik ve devlet politikalarını da eleştirmekle yükümlüdürler. Ayrıca, diğer uluslara yönelik politikalar ve kendi yoldaşlarına yapılan haksız uygulamalar karşısında da tutum almalıdırlar. Tutuklanan, idam edilen, infaz edilen veya suikasta uğrayan devrimci, sosyalist ve direnişçi yapıları sahiplenmek zorundadırlar; örneğin Suphiler ve Paramazlar gibi. Durum bu iken 1939’da “Kuvay-i Milliye” (Kurtuluş Destanı) yada “Davet” şiirini yazmaz. 

Nazım Hikmet ve Sosyalist-Milliyetçi Çelişki

Nazım Hikmet’in eserleri, Türkiye’nin sosyalist/komünist hareketlerin ve entelektüel çevrelerin milliyetçi ve sosyalist sorumluluklarını nasıl dengelemeye çalıştığını anlamak açısından önemli bir örnektir. Hikmet, Türkiye’nin cumhuriyetin kuruluş döneminde milliyetçi bir tutum sergilemiş ve “işgalcilere” karşı verilen mücadeleyi desteklemiştir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrasında yürütülen milliyetçi ve asimilasyon politikaları, özellikle Kürt halkına yönelik baskılar ve kültürel yok sayma uygulamaları, Hikmet’in bu ikili tutumunu karmaşık hale getirmiştir.

Nazım Hikmet, toplumcu gerçekçi bir yazar/şair olarak işçi sınıfının ve yoksulların mücadelesini destekleyen eserler üretmiştir. Ancak, eserlerinde üzerine inşa edilen topraklara bağımsızlık bahşeden savaşı meşrulaştırması ve milliyetçi duygularla şiirler ile estetik hale getirmesi inandığı ideoloji açısından garabettir. Sosyalizmin temelinde yer alan enternasyonalizm, ulusal kimliklerin ve sınırların ötesine geçmeyi gerektirirken, Hikmet’in milliyetçi vurguları onun sosyalist kimliği ile dönem itibariyle çelişmektedir. Bu çelişki, içselleşen bir iktidar bilinci ve güçler arası dengesizliklerden kaynaklanmaktadır.

Çelişki, sadece Nazım Hikmet’e özgü değil, Türkiye’deki sol hareketlerin genelinde de gözlemlenen bir sorundur. Teorik olarak enternasyonalizmi savunan Türkiye solu, pratikte milliyetçi söylemlerden kaçınamamıştır. 1960’ların Türkiye’sinde sol hareketler, anti-emperyalist bir duruş sergileyerek ulusal bağımsızlık mücadelesini desteklemiş, bu da milliyetçi eğilimleri bir hayli güçlendirmiştir. Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) 1960’lar ve 70’lerdeki faaliyetleri, enternasyonalizmi savunsa da milliyetçi duyarlılıklardan tam anlamıyla uzak kalmamıştır. Ayrıca, 1980’lerde sosyalist gruplar arasında sıkça karşılaşılan milliyetçi söylemler, solun ideolojik tutarlılığını sorgulatmıştır. Bu milliyetçi söylemler açıkça dile getirilmez; ancak diğer halkların ulusal mücadeleleri gündeme geldiğinde, sınıf bilinci ve sınıf mücadelesinin önceliği gibi dogmatik bir düşünce etrafında birleşir ve diğer halkların mücadelelerine sırt dönerler. Bu mücadeleleri milliyetçilikle suçlarlar. Oysa Leninizm, self-determinasyon mücadelelerini destekler; bunu her defasında “unuturlar”.

Tarihsel Materyalizm, Resmi Tarih ve Entelektüel Bağımsızlık

20. yüzyılın başında içinde bulundukları pratiklerini ve karanlık yapılarını bildiğimiz İttihat ve Teraki geleneğinin devamı olan Kemalizm, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi olarak “ulusal bağımsızlık,” “laiklik,” ve “modernleşme” gibi ilkelere dayanır. Türkiye solu, Kemalizm ile olan ilişkisini karmaşık bir biçimde sürdürmüştür. Cumhuriyet’in ilk yıllarında sol hareketler, Kemalist reformlara olumlu yaklaşmış ancak zamanla bu ittifak, solun devrimci sosyalist ilkelerden uzaklaşmasına neden olmuştur. Kemalizmin otoriter ve devletçi yönleri, sol fraksiyonların ideolojik tutarlılığını sorgulatan bir unsur haline gelmiş, çünkü ideolojik temellerinde Kemalizm yer almıştır. Oysa Kemalizmin, sosyalizm ve komünizme karşı tarihsel mücadelesi, müdahaleleri, engellemeleri ve kim yerlerde yok ettiği de iyi bilinir.

Marksizmin temel yaklaşımlarından biri olan tarihsel materyalizm, toplumsal ve tarihsel olayları bilimsel bir çerçevede değerlendirmeyi öngörür. Bu yaklaşım, olayları ekonomik, sosyal ve politik güçlerin etkileşimi üzerinden analiz ederek tarihsel süreçleri anlamaya çalışır. Ancak Türkiye’deki sol, özellikle resmi tarih anlayışı ve “Türklük Sözleşmesi” gibi konularda bu eleştirel perspektifi yeterince benimseyememiştir.

Örneğin, 1930’larda ortaya atılan “Güneş Dil Teorisi,” “Yeni Türk Tarih Tezi,” ve “Türk Irk Teorisi” gibi projeler, Türk kimliğinin kökenlerine dair iddialı ve bilimsel temelden yoksun söylemler sunmuştur. Bu projeler karşısında sol hareketlerin sessiz kalması dikkat çekicidir. Ayrıca, aynı dönemde yaşanan olayların gizlenmesi, çarpıtılması, yaşanmamış gibi gösterilmesi veya yaşananların da yaşanmamış gibi sunulması gibi yaklaşımlar da mevcuttur. Bu projeler ve olaylar, tarihsel materyalizmin gerektirdiği eleştirel yaklaşım yerine, egemenlerin yazdığı tarihi sorgulama konusunda ciddi bir eksiklik göstermiştir.

Türkiye solunun tarihsel revizyonlar karşısındaki suskunluğu, ideolojik ve teorik derinlik eksikliğini yansıtır. Tarihsel materyalizm, resmi tarih anlayışının eleştirisini ve egemen ideolojilerin sorgulanmasını gerektirirken, Türkiye’deki sol, bu tarihsel yanlışları sorgulamak yerine genellikle bu anlatıların içinde sıkışıp kalmıştır. Bu durum, solun kendi ideolojik temellerini ve tarihsel materyalizmin gerektirdiği eleştirel duruşu yeterince içselleştirememesiyle sonuçlanmıştır.

Türkiye solu Kürt sorunu karşısındaki tutumu, entelektüel bir bunalımı ve krizi işaret eder. Sosyalist düşünce, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunurken, Türkiye solunun küçük bir kısmı Kürt demokratik hareketlerini desteklemiş, büyük bir kısmı ise bu talepleri ulusalcılık olarak değerlendirerek mesafeli durmuştur. Bu ikircikli tutum, solun entelektüel liderlik ve toplumsal meşruiyetini zayıflatmıştır.

Kemalizm benzeri etkiler Latin Amerika’da da görülmüştür. Arjantin’deki Peronizm ve Şili’deki Allende’nin sosyalist reformları, sosyalist ve ulusal karakterli unsurlar arasında tartışmalara yol açmıştır. Perón’un otoriter yönetimi ve Allende’nin reformist yaklaşımları, sosyalist hareketlerin ideolojik tutarlılığını sorgulayan örneklerdir.

Benzer şekilde, İspanya’daki Bask hareketleri ve Sri Lanka’daki Tamil Elam hareketleri, sosyalist ve ulusal kurtuluş karakterli unsurlar arasındaki gerilimleri yansıtır. Baskların bağımsızlık talepleri ve Tamil Elam’ın özerklik mücadelesi, sosyalist hareketlerle çeşitli çatışmalara neden olmuştur. Bu örnekler, ulusal kurtuluş mücadelesi yürütenler ve sosyalist hareketler arasındaki ideolojik sürtüşmeleri açıkça ortaya koymaktadır.

Müslüm Yücel ve Entelektüel Bağımsızlık Üzerine Tartışmalar

Müslüm Yücel, “Türk Entelektüelleri” başlıklı yazısında, Nazım Hikmet’in düşünsel ve ideolojik çelişkilerini ele alırken, bu çelişkilerin Türkiye sol hareketlerinin tarihsel ve ideolojik krizlerine nasıl yansıdığını göstermiştir. Yücel, Nazım Hikmet’in milliyetçi eğilimlerini eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirirken, Türkiye’deki sol hareketlerin bu çelişkilerden nasıl etkilendiğini ortaya koymuştur. Yücel’in eleştirileri, tarihsel materyalizm ve sosyalist literatür çerçevesinde temellendirilmiş ve onun argümanları, ideolojik dogmalardan uzak, bilimsel bir temele dayanmıştır.

Müslüm Yücel’in Nazım Hikmet üzerinden eleştirilerde bulunması tesadüfi değildir. Nazım Hikmet, sol düşüncenin ve sosyalist hareketlerin tarihsel bağlamında çok önemli bir figürdür. Hikmet, hem şiirleriyle hem de politik duruşuyla, sol hareketler için sembolik bir isim olarak kabul edilir.

Nazım Hikmet’in hayatı ve eserleri, sol hareketlerin tarihsel ve ideolojik gelişiminde belirleyici bir rol oynamıştır. Dolayısıyla, Yücel’in Hikmet üzerinden yaptığı eleştiriler, sadece bireysel bir değerlendirme değil, aynı zamanda sol hareketlerin tarihsel ve ideolojik mirasını sorgulayan derin bir analizin parçasıdır. Hikmet’in düşünce ve sanat dünyası, solun sembolik bir temsili olarak, bu eleştirilerin anlamını ve önemini artırır.

Yücel’e yönelik eleştiriler ve linç kampanyaları çoğunlukla ideolojik önyargılarla şekillenmiş ve bilimsel bir temele dayanmamıştır. Şoven solculardan gelen bu saldırılar, Yücel’in entelektüel bağımsızlığını ve bilimsel derinliğini hedef almış; kişisel saldırılar ve duygusal tepkilerle onun eleştirilerini boşa çıkarmaya çalışmıştır. Bu tutum, Türkiye’de entelektüel tartışmaların seviyesini sorgulatmakta ve ideolojik dogmaların, bilimsel düşüncenin yerini aldığını göstermektedir.

Ayrıca, Müslüm Yücel’in Cumhuriyet dönemi aydınları, yazarları, edebiyatçıları ve sanatçıları ile ilgili verdiği örnekler, o dönemde duyarlı olmadıklarını ve devleti içselleştirdiklerini gösteriyor. Günümüzde de yazarlar, aydınlar ve edebiyat çevrelerine aynı eleştirileri yapıyor. Bu tespitler yanlış değil; aydınları sorumluluğa davet etmenin neresi yanlış olabilir? Bu davetin yapılması neden sol ve diğer çevreleri bu kadar rahatsız ediyor? Asıl rahatsız olmaları gereken durum, kendilerinin savunduğu ideolojilere karşı nasıl oportünist bir tutum içinde olduklarıdır. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, yaşanan birçok toplumsal ve hak ihlali sorunlarına karşı Türk aydını, birçok sol çevre, edebiyatçı ve sanatçı kafalarını kuma gömmüş ve hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorlar.

Yücel’in eleştirileri, diğer dünya entelektüellerinin karşılaştığı zorluklarla da kıyaslanabilir. Örneğin, Noam Chomsky’nin politik eleştirileri ve Edward Said’in Oryantalizm eleştirileri, entelektüel bağımsızlık ve bilimsel düşüncenin nasıl savunulması gerektiğini göstermektedir. Chomsky, egemen güçlerin ideolojik manipülasyonlarına karşı durmuş ve Said, Batı’nın Doğu’yu nasıl şekillendirdiğini eleştirmiştir. Bu örnekler, entelektüel sorumluluğun ve bilimsel düşüncenin önemini vurgulamaktadır.

Türkiye’de entelektüel bağımsızlığını koruyan ve toplumsal eğilimlere karşı duran aydınlar önemli bir rol oynamaktadır. İsmail Beşikçi, Haluk Gerger ve Fikret Başkaya gibi isimler, milliyetçi ve şoven ideolojilere karşı eleştirel duruşlarını sürdürmüşlerdir. Bunlara edebiyat ve sanat alanlarından isimler eklemek mümkündür.

Nazım Hikmet’in eserleri üzerinden yürütülen bu tartışma, Türkiye’de entelektüel özgürlüğün ve sosyalist hareketin yeniden değerlendirilmesi için önemli bir fırsat sunmaktadır. Bu değerlendirme, hem tarihsel hem de ideolojik düzeyde sol hareketin ve entelektüel çevrelerin sorunlarını açığa çıkarmakta ve toplumsal dönüşümün önündeki engelleri aşma yolunda bir perspektif sunmaktadır. Hem Türkiye’de hem de dünyada benzer örnekler, entelektüel sorumluluğun ve bilimsel düşüncenin önemini vurgulamaktadır.

Müslüm Yücel’e yönelik linç kampanyaları, Türkiye’de daha önce Ahmet Kaya ve Tahir Elçi gibi isimlere yapılan organize saldırıları hatırlatmaktadır. Ahmet Kaya, düşüncelerini ifade ettiği için sürgüne zorlanmış, Tahir Elçi ise bir suikastla yaşamını yitirmiştir. Yücel de yazdığı bir yazı sonrasında, önce Türk Solu çevrelerinde, ardından Aydınlık Gazetesi, Oda TV ve Sabah Gazetesi gibi medya organlarında hedef haline getirilmiştir. Bu durum, ifade özgürlüğü ve demokratik değerler açısından endişe vericidir.

Bu tür kampanyalar, yalnızca bireyleri değil, toplumsal barışı da tehdit etmektedir. Medyanın bu süreçteki rolü, etik ve sorumluluk açısından sorgulanmalıdır. Farklı görüşlere hoşgörü ile yaklaşmak ve ifade özgürlüğünü korumak, sağlıklı bir toplumun temel taşlarıdır. Müslüm Yücel’e yönelik bu haksız kampanyanın, geçmişteki acı tecrübelerin tekrar yaşanmasına neden olmaması için toplumsal duyarlılık büyük önem taşımaktadır.

/Kaynak:doguobjektif.com/

İlginizi Çekebilir

CPT: Türk savaş uçakları dün 24 yeri bombaladı
Solingen katilinin 6 yıl Türkiye’de yaşadığı ortaya çıktı

Öne Çıkanlar