Kuruluşundan itibaren, siyasi geleneğini devraldıkları Bizans ve Osmanlı’dan tek farkları biraz daha modernize edilmiş bir fetiş yaratmak oldu. Enver Paşa ile temsil edilen son süreç, yerini İttihat ve Terakki’nin Enver Paşa’ya muhalif kadrolarından M. Kemal’e bıraktı. Daha sonraki liderler A. Türkeş’e kadar sönük bir tutum takındılar. Ancak şunu da yazmak gerekir: faşizm Avrupa örneklerinde olduğu gibi keskin, netleşmiş bir yönetim anlayışını savunan bir lider yaratmadı Türk devletinde. İnanç ve diktatörlüğün zaman zaman iç içe geçtiği kişilikler, kitlelerin yaşamına yön verdi. Kabul etmek gerekir ki Türk halkı faşizmi arzulayan, toplumsal yaşamında faşist öğeler barındıran, eğitim ve öğretim sisteminin faşizme göre düzenlendiği bir karaktere sahip. Doğal olarak da kuşaktan kuşağa aktarılan bir yaşam tarzı bu.
Faşizmin diğer partilere göre pratikte daha açık bir işlev kazandığı iki parti var. MHP ve ZP.
MHP geçmişte temsiliyeti güçlü bir lider Türkeş tarafından sağlanıp örgütlenmişti. 12 Eylül Faşist askeri darbesinin ardından palazlanan D. Bahçeli, “açık” faşist bir liderin temsiliyeti yerine “kapalı” bir faşist lider profiliyle öne çıktı. Hele günümüzde tam anlamıyla Erdoğan’a endekslenen politikasıyla MHP ve Bahçeli faşizmi temsil etmek, liderlik etmek özelliğini yitirmeye başladı. Kitlelere vereceği bir gelecek ütopyası bulunmuyor. “Doğa ve toplum boşluk kabul etmez” )K. Marx) sözünden yola çıkarak bu boşluğun yerini doldurmaya aday olarak ZP ve lideri Ü. Özdağ’ın adım attığını, politik söylem ve tavırlarının keskin, açık ve kitlelerin arzuladığı şekilde olduğunu öne çıkmasından görebiliriz.
MHP programı Bahçeli yönetimiyle revize edilerek faşist bir parti yerine sağ popülist bir çizgiye getirildi. Programı okunduğunda geleneksel “Yüce Türk Milleti’nden” başka bir belirleme yok. “Düşman” tanımı bile belirsiz hale getirilerek yazılmış. Herkesin “Türk” kabul edildiği, buna göre ihtiyaçların düzenleneceği bir toplumsal hayat öne çıkıyor. Elbette bu, faşizmin niteliğidir ancak MHP bu netliği sıradan bir şekilde yazmış. Faşizmin “sınıf” kabul etmeyip, bütünlük içinde tasavvur edilen bir toplum anlayışı bile niteliğini yitirmiş, adını değiştirdiğimizde bile herhangi bir sağ partinin programı olabilecek bir program sunuyor. Kürtlere ilişkin tek kelime yok. Vatandaş olarak elbette “yoklar” ama düşman olarak bile kaleme alınmamışlar.
Ü. Özdağ yönetimindeki partinin programı “faşist” tanımını hak ediyor. Zaten teorik ve pratik adımları da bunu gösteriyor. Programa baktığımızda “vizyon” bölümünde“beka tehdidi” ve bu tehdidi sağlayanlar net bir şekilde yazılmış. Sığınmacılar, kaçak göçmenler ve “sözde Kurdistan” tehlikesi baş düşman ilan edilmiş. Program bu nedenle faşist bir parti tanımını hak ediyor. Yaşanan ekonomik-politik sorunların nedeni olarak netleşmiş bir düşman ihtiyacını karşılıyor. Hitler’in Nazi partisi 25 maddeden oluşuyor ve ilan edilen düşmana karşı ne yapılacağı, nasıl bir toplumsal model olacağı net bir şekilde yazılmış. Özdağ’ın ZP’si daha uzun bir programla ama aynı yöntemi izleyerek gidiyor. Hitler’den elbette eksiği çok. Bir “Goebbels veya Eichman” figürü bile yok, kendisi onların işlerini yapıyor. Özgürlüğün otoritesiz olamayacağını da açıkça yazmış. Türk devletinin kriz tahlili olarak devlet, milli birlik, ekonomik, sığınmacılar ve kaçaklar olarak belirlenmiş. Bir iç savaşın çıkacağı bunun da Suriye’den gelen göçmenler aracılığıyla olacağı yazılmış. Iki yerde Kurdistan geçiyor ama ikisinde de geleneksel biçimde “sözde” olarak. Asıl tehdit olarak sığınmacılar yazılsa bile, bunların da Türkiye’den parça koparılarak Kurdistan’ın kurulmasına hizmet edeceğini, programın içinde sığınmacılardan kastedilenin de Suriye’den gelen Kürtler olduğu açıkça görülüyor. 2030’lu yıllarda gelen sığınmacıların değiştireceği nüfus dengesinin bir iç savaşa yol açacağını da ön görüyor. Bunlara karşılık “… beka/varlık tehdidi ile karşı karşıya bırakılan ağır ve derin krizin aşılabilmesi… radikal kararları tavizsiz alabilecek bir siyasi iradeye kavuşmak zorunluluğu” derken aslında Kürtlere karşı bakış açısını sergiliyor. “Anadolu Kalesi” çalışmasıyla göçü durdurma ve geri çevirmeyi “Suriye’nin kuzeyinde” inşa edeceği yerlere sevk ederek çözeceği yazılı. Geçici kamplar oluşturarak sığınmacıları orada tutacağını da belirtmeyi ihmal etmemiş. Oluşturulacak gecici kamplar, ekonomik-politik yasaklar…
Liste uzayıp gidiyor. Gösterişli isimlerle süslü bir program: çelik miğfer, demir güvercin”… Özellikle demir güvercin PKK ile savaş adı altında tum Kürtlere hitaben yazılmış. Program baştan sona faşizmin hakim olduğu bir dille kaleme alınmış ve kabul etmek gerekir ki diğer partilerden ayrılması, medyada dile gelmesi, şimdilik az ama güçlü bir tabana sahip olması bu netliğinden kaynaklanıyor. Mussolini, Hitler, Salazar, Franco ve diğerleriyle karşılaştıramıyoruz, çünkü onlara göre bile pespaye bir lider kişiliğine sahip. Ancak kendi coğrafyasındakilerle karşılaştırırsak onlara göre daha cesur, daha net bir faşist lider karşımızda.
Elindeki baltayla yükselememesinin nedeni nedir? Toplumsal yapısının bozulduğu, kitlelerin ekonomik-politik çıkmazda bunaldığı, “sol”un alternatif olamadığı bir coğrafyada neden görünürlüğü olması gereken düzeyde değil? Toplumun faşizmi arzulaması ve buna uygun olmasının yanı sira i̇deolojik bir çıkmazı görmeliyiz. Çünkü toplum bütünüyle bir ideolojiye bağlı değil, çünkü bütünlüklü toplumsal bir yapı değil. Devşirilmiş, sömürgeleştirilmiş, kimlikleri yok sayılmış yığınlardan oluşuyor.
Öte yandan “tohum olarak atılsa, bire bin verecek” ölçüde faşiste sahip olan bu toplumda rakiplerinin arasından sıyrılmak da kolay değil. Devletin odak noktasının faşizmin belirleyicisi olduğu bir toplum bu. Demokrasi, barış ve insan haklarından uzaklaşmanın bedeli budur…