Ali Engin Yurtsever: Apsethus’un Papağanları 

Yazarlar

         Tarihin hangi döneminde yaşamış olurlarsa olsunlar, hangi ekonomik-politik koşulların belirleyiciliğinde yönetim sahnesine çıkarlarsa çıksınlar, ortak belirgin özelliklere sahiptiler. Kendilerinde tanrısal bir gücün, kurtarıcılığın görkemliliğinin, üstün zekanın ve bunlardan kaynaklı kitlelerin hayatına her anlamda müdahale ederek onları yönetmek becerisinin olduğuna inandılar. Onlara göre kitleler: cahil, sorunlarını çözme yetisinden uzak ve mutlaka bir yöneticiye ihtiyaç duymak zorunda olan kurtarılmayı bekleyen zavallılardan oluşuyordu, öyleyse kendilerinden başka kim kurtarabilirdi onları, Tanrı mı? Tanrı zaten onlara kendisini yeryüzünde temsil edecek gücü vermişti, öyleyse kitlelerin yönetilmeye, kendilerinin de yönetmeye ihtiyacı vardı. Yapacakları tek şey: yönetmenin önündeki bütün engelleri, bedeli ne olursa olsun kaldırmak ve kitlelerin hayatına hükmetmekti. “Halk için, halka rağmen”…

      Libyalı Apsethus kendisinin de bu özelliklere sahip olduğuna inanıyordu ama kitleleri buna inandırmanın yolunu arıyordu. Çünkü kitleler tarih boyunca kendilerinin yararına olan nesnel gerçekliği kendilerine anlatanlara, bu uğurda kendilerini feda edenlere değil, şarlatanlara ve o şarlatanların yalanlarına inanmayı tercih ediyorlardı. Bu gerçeklik günümüze kadar hiç değişmedi, i̇nsanın kendi hayatı hakkında karar vereceği yetkinliğe ulaşacağı güne kadar da hiç değişmeyecektir. 

       Apsethus, yakaladığı papağanlara “Apsethus bir tanrıdır” sözünü öğretip, papağanları halkın arasına gönderdi ve papağanlar bu sözü sürekli tekrarlayıp durdular. Bu sözü duyan halk Apsethus’un Tanrı olduğuna inandı. Geçmişte hangi tanımlar ile anılırsa anılsınlar, günümüzde Apsethus ve benzerlerine “diktatörler” diyoruz. 

    Diktatörlük denilince biraz açıklık getirmek gerekiyor, çünkü kavramın net tanımlanmaması mücadele araç ve amaçlarının da yanlışlığına yol açar. İlk anda akla geldiği gibi tek bir diktatörlük tanımı bulunmuyor ancak konuyu uzatmamak adına ayrıntılara değinmiyorum.

    Bugünü anlamak için geçmişe bakmak gerekir. Bir maddeyi incelerken sadece son halini değil, ilk halinden başlayarak geçirdiği bütün aşamaları inceliyorsak, konumuz gereği sık sık yaptığımız gibi bu devletin kuruluşundan itibaren bütün aşamalarına bakmamız gerekiyor. Çünkü nereden gelip nereye doğru gittiğini ancak böyle çözümleyebiliriz.

    Bu coğrafyanın bin yıllık kederinin kaynağı olan yönetim, geçmişten bugüne adı ne olursa olsun, tek bir yönetim biçimini kendisine temel düstur olarak edindi: Diktatörlüğün bütün biçimlerini dönemsel koşullara göre uyguladı. Yaratıcının sorgulanmaz temsilciliğini bünyesinde barındıran erk, kendisi dışında herkesin, hatta zaman zaman kendisinin bile korkulu rüyası oldu. Kendi tarihlerine göre soylarından geldiklerini kabul ettikleri Moğollar, Cengizler…… Osmanlı ve TC… 

     Zulüm çarkından ayrı tutulan kimse kalmadı, tepeden başlayarak en aşağıya kadar herkes, her kurum payını aldı. Tanrısal güce karşı gelinemediği ve bu gücü temsil edenlerin kanının dökülmesinin günahla eşdeğer olduğu kabul edildiği için zehirlenerek veya boğularak öldürülmelerine karar verildi, öldürülenler tarihin sayfalarına “devletin çıkarları gereği katledildiler” diye yazıldılar. Bebeklerden başlayarak yetişkinlere kadar herkesi öldürdüler. “Beka” için herşey mübahtı, örneğin Alamut Kalesi’ni kuşatan Hülagü Han, kendisine teslim olurlarsa kanlarının dökülmeyeceği üzerine ant içer ve Alamut Kalesi‘nde bulunan Rükneddin Hürşah kaleyi teslim eder ve oturdukları barış masasında ailesiyle birlikte boğdurularak öldürülür.

Öyle ya kan dökülmediği için anlaşma bozulmamıştır!.. 

Elbette bu bahşedilen soyluluk! onların nevi şahsına münhasırdı. Kendilerinden başkası sadece ve sadece ölümü farklı biçimlerde karşılayabilirdi, gerisi onların vahşeti sunma yeteneklerine kalmıştı. Ancak bu konuda haklarını yememek lazım, yazdığımız gibi iktidar dışında kimse vahşetten nasipsiz kalmayacağı için yakın çevrelerine de aynı acıyı tattırdılar. Iktidardan düşenler de, iktidarı alanlar tarafından aynı vahşete uğradılar. Aslında yarattıkları bir kısırdöngüydü. 1. Osman amcası Dündar’ı öldürerek bu yolu açmıştı, arkasından gelenler de imtina etmediler. Usul yerini bulsun diye kanuna! bile koyuldu. Hem de yere göğe sığdıramadıkları Fatih’in çıkardığı Kanunname’ye. Tecavüz kültürünü yaşatmayı da ihmal etmediler. Genç Osman, günlerce işkenceler gördü, tecavüze uğradı, boynu kırılarak ve en sonunda başı kesilerek öldürüldü. Bu uygulama günümüzde de sürmektedir. Erkek egemenliğinin gücünü göstermek adına muhaliflere de aynısı yapılmaktadır, toplumsal ve doğal bir refleks halini almış bu tavır günümüzde medyanın gündeminden de düşmüyor. Erkek egemenlikli dilin, haber sunma tercihi olarak beyinlere empoze edilme çalışmasına ara verilmeden devam edilmektedir. 

    İktidarların papağanlara ihtiyacı kalmadı artık. Papağanlar şimdi kafeslerde sıradan cümleler kuruyorlar, onların yerini devletin birer ideolojik aygıtı gibi çalışan medya aldı, üretilen toplumsal zenginlikten pay olarak yoksulluğu alan kitlelerin akıl almaz iktidar savunuculuğu aldı. Iktidar tarafından beslenenler şimdi topluma karışan papağanlar gibi an be an herşeyin ne kadar iyi olduğunu, sorunların düşmanlar tarafından çıkarıldığını ve onlara da her şeyin yapılmasının mübah olduğunu savunuyorlar. 

     Papağanlar durmadan konuşuyorlar: “soykırım uygulamadık, sömürgeci değiliz, hırsızlık yapmıyoruz, Kürtler değil de bize karşı çıkanlarla savaşıyoruz, az kaldı, dünya birincisi olacağız, mülteci düşmanlığı tarihimizde yoktur, insan haklarına saygılıyız, TC Kurdîstan’a sadece Özgürlük Hareketi’ni yok etmek için geldi, yoksa Kürtlerle aramız iyidir……..”

      Ve, bizler ezilenler, sömürülenler, soykırıma uğrayanlar, hem Apsethus’un, hem de papağanlarının isim, zaman ve şekil değiştirerek günümüzde de yaşadığını görüyoruz. Apsethus’un  papağanlarının sonlarının ne olduğu konusunda bilgimiz yok, ancak tahmin edebiliriz. O papağanlar belki de doğal yollardan öldüler ama Apsethus, kendisinin bir şarlatan olduğunu anlayan halk tarafından ağır bir cezayla cezalandırıldı. Yaptıklarına bedel olarak yakılarak ve idam edilerek hayatı elinden alındı. 

 

       Bizler de bu zulüm, bu vahşet gelecek kuşaklara da yapılmasın diye günümüzün Apsethuslarını ve papağanlarını yok etmek zorundayız. Zalimin, sözle, ricayla, yalvarmayla yola geldiği nerede görülmüştür? Bu bir savaşsa ve barbarlar her olanağı kullanarak saldırıyorlarsa, kazanmanın tek yolu aynı şekilde ama amaca uygun araçlardan vazgeçmemek koşuluyla ve misliyle karşılık vermektir. Ardından, eşit haklara dayalı, kimliklerin, dillerin, inançların ve emeğin yabancılaşmasının kaldırıldığı bir hayat, yaratılan değeri selamlayacaktır.

İlginizi Çekebilir

Temel Demirer: İnsan(lık) Yazmak Hâl(ler)i
Muhittin Beyaz: Küresel ısınmaya karşı bölünmüş insanlık 

Öne Çıkanlar