Ateş, kutsal kabul edilir Kurdî geleneklerde. Söndürülmez !..
Bu nedenle “Ateşin ve Güneşin Çocukları” olarak anıldık. Bu nedenle ateş, bir parçamız oldu. Bu nedenle Amed zindanı “ateşi söndürmeyin” sloganlarıyla yıkıldı.
Ateşi söndürmeyin !..
Kimdi Onlar, macera yaşamak isteyen üniversitelilerin oluşturduğu bir gençlik hareketi mi, yoksa gerçekleşmeyecek bir düşün peşinde koşan çılgınlar mı? Kimdi Onlar? 50 yıla yaklaşan bir zaman diliminde neredeyse dünyanın gündeminden hiç düşmeyen bu insanlar kimdi, kimlerdi? Çok şey söylenip yazılabilir onlar için ancak yaldızla kaplanmış, ışıltılı sözler yerine, Onların yaşadığı gibi, net sözler daha yerinde olacaktır. Onlar: İnanç, kararlılık ve yurtseverlik duygusuyla donanmış bir grup insandılar.
Bir ateşi söndürmeye niyet edenler çeşitli yolları denerler. Su dökerler, kalın bir örtüyü ateşin üstüne sererler ya da yangın söndürücü maddeler kullanırlar. Onlar, bu yöntemlerin hiçbirini kullanmadılar. Ateşi söndürmek yerine uzanıp ateşi avuçlarının içine aldılar ve göğüs kafeslerinin içine koydular. Yandılar, yandılar, kavruldular… Ve o ateş şimdi her yurtseverin yüreğinde yanıyor, yanıyor, kavuruyor.
Lice’nin Fis Köyü’nde toplanan 22 kişi, tarihi bir adım attıklarını biliyorlardı. Bir halkın tarihini değiştireceklerini, bu değişimin de ağır bir bedel gerektirerek kan ve gözyaşından oluşmuş bir denizin bir kıyısından karşı kıyısına geçilerek olacağını biliyorlardı. Yıkmak istedileri sömürgeci devletlerin sahip oldukları silahları, kitleleri ve örgütlenmiş bir hayatı çekip çevirecek yapıları yoktu. Ancak düşmanlarında olmayan bir şeyleri vardı: gerçekliği savunuyorlardı ve gerçekliği savunmak yeterliydi. Çünkü, yalanlardan oluşmuş, soykırımlara ve zulümlere dayanan bir gücün, gerçekliğin karşısında tutunamayacağını biliyorlardı.
Tarihsel olayların değerlendirilmesi için uzun zamanlara gereksinim vardır. Heleki içinde yaşanıyorken gerçekçi bir değerlendirmede bulunmak zordur, yanılgılar içerebilir. Yine de ana hatlarıyla ve gerçeğe yakın bir değerlendirme yapılabilir kanısındayım. Kendisine Fransız Devrimi hakkında fikri sorulan bir politikacı, “tarih çok yeni, değerlendirmek için çok erken” demiştir.
Sömürgeciler, sömürgeleri birçok yöntemi kullanarak yenebilirler, yenemeyecekleri tek yöntem: sömürgelerin kendilerine karşı silahlanarak başkaldırmalarıdır. İşte 27 Kasım 1978 tarihinde bir araya gelen Kurdîstan Özgürlük Hareketi’nin kurucuları sömürgecilere karşı silahla başkaldırmayı seçtiler ve o gün, sömürgecilerin kazandıklarını sandıkları savaşı aslında kaybettikleri gün olarak tarihe yazıldı. Bu nedenle her yıl kutlanılmaya devam edildi, edilecek de.
Her teorik düşünce pratikte sınanır ve yanlışlığı görüldüğünde, o teorik düşüncenin de hayatla beraber kendini yenilemesi gerekir. Kurdîstan Özgürlük Hareketi’nin ayakta kalmasının gerçekçi nedenlerinin en önemlilerinden biri de budur. Kendisini sürekli yenilemiş, dogmatik bir tarzla geçmişinde kalmamış, geleceğe yürümeyi temel ilke haline getirmiştir. Bu diyalektik yöntem hakkında, skolastik bir tarzda, geçmişin kalıplarına bağlı kalarak yapılan “eleştiri”lerin hayatın gerçekliğinde bir karşılığı yoktur, olsa olsa masallar bölümünde olabilir. Temel strateji değişmediği sürece, taktik politik-askeri adımlar günün koşullarına bağlı olarak değişebilir.
Bugün Özgürlük Hareketi de ana stratejisinden ayrılmadan yoluna devam etmektedir. Sömürgecilerin, destekleyenlerinin ve işbirlikçilerinin olanca güçleriyle saldırmalarının altında yatan gerçek neden budur. Çünkü tarihsel olarak kendi sonlarını görmektedirler.
Neredeyse her eve o ateşin bir parçası düştü. Her evden en az bir birey o ateşi avuçlayıp göğüs kafesinin içine koydu. Şehitlerin, gazilerin, esirlerin ve sürgünlerin sayısı yüzbinleri aşıyor. En açık anlatımıyla: hayatlarımız darmadağın edildi. En büyük sömürgecinin uyguladığı savaş ekonomisi, kendi toplumsal kültürünün içini boşalttı. Şimdilik “bayrak, ezan ve vatan” ninnisiyle uyuttukları ve “birlik ve beraberlik” içinde olduklarını sandıkları oysa ahlaki olarak dünyanın en barbar güruhunun yarın kendilerine yöneleceklerini de şimdilik bilmiyorlar ama yaşayarak görecekler. Tarihte hiçbir devlet böyle bir çöküntüden kendini kurtaramamıştır, bunlar da kurtaramayacaktır.
Bu bir isyandır. Yanlış yazılan tarihe, hesabı verilmeyen soykırımlara, zulmün bir kırbaç gibi her an sırtımızda şaklamasına, kimliğimizin gasbedilmesine ve nihayetinde zorbalıkla çizilen sınırların içinde yaşamaya mahkum edilen milyonların çalınan insanlığının geri alınması için kalkışılan bir isyandır. Kullanılan yöntem: en kısa anlatımla, sömürgecilerin anladığı dildir. Sömürgecilerin kullandıkları şiddetin kendilerine geri dönmesidir. Yüreklerinden acı, gözlerinden yaş geldiği, ilk defa canları yandığı ve sınır tanımaz nobranlıklarına “dur” denildiği için böyle şaşkınlaşıp çılgınlaştılar.
Unutmuyoruz, unutmayacağız, ne yaşadıklarımızı ne de yaşatanları. Büyük ve kesin bir hesaplaşma gününün yaşanması mücadelesinde hiçbir güç bizi durduramayacak, vazgeçiremeyecektir. Acılarımızın bedeli, üç beş koltuk, içi boş yasa değişiklikleri ve medyada yazılıp söylenecek dil özgürlüğü değildir. Başımızda sömürgecilerin yasaları ve kurumları olduğu sürece tek hakkımız vardır: boynumuza uzatılan bıçağı yalamak, başka hakkımız yoktur.
Hiç kimse veya hiçbir kurum ateşi göğüs kafesinde taşıyanlara dönüp de “barıştık, helalleştik hadi biz de unutalım” deme hakkına sahip değildir. Ne zamanki sömürgeciler sömürgeci olmak niteliklerini kaybederlerse ve helalleşmek yerine hesap verirlerse o zaman göğsümüzde taşıdığımız ateş böyle kavurucu bir sıcaklıkla yanmayı bırakacaktır. Sömürgecilerin çöken devlet yapılarını kurtarmak bizlerin görevi değildir. Böyle bir gücü olan ve o gücünü harcamak isteyen sömürgecilere nefret ve öfke olarak hareket etmelidir, öyle “ülke batıyor, kurtaralım ” sloganını atarak ateşin üstüne su dökmeye çalışmamalıdır.
Söz hakkı: eyleme çağıranların ve en önde yürüyenlerindir. Söz hakkı: hayatlarını ölümün önüne korkusuzca serenlerindir. Söz hakkı: ödenecek bedel varsa, ilk önce adım atanlarındır.
Söz hakkı: ateşi göğüs kafeslerinde taşıyanlarındır.
Bizler o ateşin taşıyıcılarıyız, hesap sorulacak güne kadar göğsümüzde taşımaya, yanmaya ve yakmaya devam edeceğiz. Varsın, ateşin uzağında duranlar ve sönmesini dileyenler “ama, göğsünüz yanıyor” diye kendi korkularını dile getirsinler. Gün bizimdir, yarın da bizim olacaktır, çünkü “ayaklanma ile oynanılmaz, ya zafere kadar gidilir ya da kanlı bir şekilde bastırılır”. (K. Marx )