Barış… Tılsımlı bir kelime. Içinde, yaşanılan karanlığın ve zulmün sona ermesi adına yeni bir umudu barındırıyor. Sanki gerçekleştiğinde yaşanılanlar unutulacak gibi, keder ve acı sözlüklerden silinecek gibi ufukta doğmayı bekleyen bir aydınlığı vaad ediyor. Oysa hayat kaybedilen ne varsa, onların hiç dinmeyecek acısının gömüldüğü yüreklerde kimsenin görmediği bir kanamayla devam ediyor. Günümüzde emperyalist, sömürgeci ve faşist her devletin ağzını her açtığında ilk söylediği “barış” oluyor. Yakılıp yıkılan her yaşam alanı nedense “barış” adına yok ediliyor. Sınıfsal ve ulusal olarak ezilenlerin katilleri bütün yaptıklarını “barış” adına yaptıklarını söylüyorlar. Bu nedenle “barış” kirlenmiş, anlamını yitirmiş bir kelimeye dönüştü. Ne “dünya barış günü”, ne de barışa ilişkin bir etkinlik halkın fazla ilgisini çekmiyor. Süslü salonlarda bir araya gelen azınlığın suçlarını gizleme çalışmasından başka bir sey değil artık.
Elbette her şeye rağmen dünyanın her yerinde bir avuç insan bulunuyor. Barışa yaşanabilecek bir anlam yükleyen ve tüm i̇nsanların sömürüye dayanmadan kurabilecekleri ilişkilerin olabileceğini gerçekleştirmek isteyen bir avuç olsa bile saygın insan bulunuyor. Ancak günümüzdeki barışın anlamı; istenildiği kadar kabul edilmesin, yenilenin dileğidir. Zalimin zulmünün son bulması talebidir. Oysa zalim yenilmeden barışı isteyebilir mi, paramparça ettiği hayatların bedelinin asla ödenemeyeceğini bilebilir mi? Bundandır, yeryüzünde zalimlerin arsızlığı. Bundandır, ne yaşayana, ne de öldürdüğüne saygı duymaması. Bundandır, “açtıkları yaralara hakareti” eklemeleri.
7 Ekim’de Hamas’ın ateşlediği silahın sesini duyan bölge devletleri kulaklarını kapatmaya çalıştılar ama boşuna. Bir silah ateşlendiğinde önce sesi gelir, ardından mermisi. Hamas i̇srail’e ateş ettiğini düşünürken aslında önce kendine sonra da bölgede yaşayan devletlere ateş ettiğini muhtemelen çok sonradan anlamıştır. Şimdilik İran’ın savaşın odak noktasına konulduğu artık kabul edilen bir gerçekliktir. İran’ın savaşı ön cephede yedek güçlerle sürdürdüğünden hareketle önce bu güçler ağır bir şekilde kırıldılar. Hamas ve Hizbullah askeri olarak toparlanması uzun zamana yayılacak bir darbe aldı. Siyasi yönden kırılmalarını sağlamak için adımlar atılmaya başlandı. Suriye görünürde Esad’ın yıkılıp yerine yeni bir rejimin gelmesine ve bunun da “özgürlük” olarak adlandırılmasına rağmen kısa süre sonra görülecek ki gelenler özgürlük ve demokrasi düşmanı barbar bir güruhtan başka bir şey değil.
Türk devletinin gerek HTŞ, gerekse SMO örgütlenmelerini destekleyip yöneticilik yapması şimdilik Suriye’ye hakim bir imaj çizse bile görülecek ki bu durum ileride kendisine UCM tarafından yargılanmaya kadar giden bir yolun taşlarını döşemiş olacaktır. Bir anlamda azmettirici olduğu ve suç işlediğini kabul etmektir bu. Bir ülkeye ordusu veya çeteler eliyle gizlemeden saldırıp, mevcut yönetimi silah zoruyla değiştirmek, aynı eylemin kendisine yapılmasının da önünü açmak demektir.
Suriye’de HTŞ ve Türk devletinin istediği üniter bir yapı kurmak mümkün değildir. Tam tersi Kürtler, Aleviler, Dürziler ve diğer halklar, milliyetler ve inançların temsil edilme ve haklarının korunması gerçekleşmeden bir düzen oturtmak mümkün değildir. Kaldı ki ne yapılırsa yapılsın Suriye artık merkezi bir yönetim altında tutulamaz, bir süre sonra daha kanlı bir şekilde parçalanacaktır. Şimdi Irak hedefe oturtuldu. Zaten bölünmüş olan yönetim tıpkı Suriye gibi bir süre sonra parçalanacaktır. Şiilerin İran ile olan bağları burada da kesilmek üzere gündeme gelecektir. Varsın “bölünmez bütünlüğü” şarkısı söylensin dursun.
Türk devletinin bu süreci önceden bilgilendirilerek gördüğü bunun üzerine de yaklaşan fırtınayı atlatabilmek için birdenbire “Türkiye Kürtlerin de milli devletidir, milli birlik ve beraberlik, emperyalizm oyunları” gibi dile getirdiği anlamsız şarkılar ortaya atıldı. Öncelikle eğer bin yıldır sömürgeysek, eğer bin yıldır zulüm altında yaşıyorsak ve eğer bin yıl sonra bu zulüm yıkılacaksa biz neden engel olmaya çalışalım? Yıkılsın gitsin. Yerine hiç olmazsa eşitlik, adalet ve özgürlük taleplerinin karşılık bulduğu bir yönetim gelebilir. Bu çelişki çözülemiyor. Hem sömürgecilik karakterinin değişmeyeceğini söylüyoruz, hem de bir ortaklık kurmak istiyoruz. Bu arada “bin yıllık kardeşimiz” her gün bombalıyor, işkence ediyor, zindanları tepeleme dolduruyor.
Ortada vaat bile yok ama biz umutla yaşamaya çalışıyoruz. Muhtemeldir ki bir süre sonra bazı yasal düzenlemeler yapılıp, zindanlardaki tutsakların bir kısmı bırakılabilir, dünyanın başka ülkelerinde gündeme gelmesi bile ayıp olarak karşılanan bazı haklarımızı lütfedip verilebilir. Zaten bunlardan başka bir şey söylenmiyor. Sır gibi saklanan görüşmeler devam ediyor. Devlet hazırladığı plan doğrultusunda ilerliyor. Bir yanlışlık yaptığını düşünen bir devlet, ne yaptıysa özür dileyerek telafi eder. İşgal edilen yerlerden çıkılır, kendi kaderini tayin hakkı tanınır, zindanlar hemen boşaltılır. Bunların hiçbiri yok ama sadece ölümle tehdit etmek var. Özgürlüğü için ölümü göze almış bir halka böyle yaklaşmak komedi bile sayılmaz.
Bir süre sonra yapılacak açıklamalar bekleniyor. Önder Öcalan ve Kürdistan özgürlük hareketi bin yıllık devleti çok iyi tanıyorlar. Ikinci bir Lozan aldatmacası mümkün değildir, varsın Türk devleti 24 Temmuz hayalini yeniden kursun. Gerçeklik bizden yana…