Yaklaşık bir aydır AKP-MHP iktidarı tılsımlı bir sözcüğü fısıldar gibi “barış” sözünü ağızlarından düşürmüyorlar. Etkili ve inandırıcı olması için de “kardeşlik, güçlü gelecek” gibi sözleri de eklemeyi unutmuyorlar. Muhtemelen daha önce yaptıkları gibi aynısını yaptıklarında Kürtleri inandıracaklarını ve süreci atlatacaklarını düşünüyorlar.
Tarihsel olarak her bireyin, her halkın veya her devletin yerleşmiş kültürel kodları bulunur. Bu kodlar üzerinden belli bir konuda ne yapacaklarını ve nasıl bir tutum takınacaklarını bilebilir, buna göre karşı tutum takınabiliriz. Zaman zaman birey, halk veya devlet keskin bir yol ayrımına gidip değişiklikler yapabilir ancak bunun için önceden zamana yayılmış ve ciddiyet içeren bir çalışmaya başlanır ve sosyal ve siyasal boyutları bulunan bu çalışmanın topluma yayılması da son derece dikkatli adımlarla gerçekleştirilir. Çünkü yıllarca en keskin biçimde i̇deolojik olarak bir tavır aldırılan bir topluma bir anda farklı bir tavır aldırmak kolay değildir. Sosyolojik olarak bireylerde travma yaratır ve bu travmanın nelere yol açacağı bilinmez.
Bir aydır AKP-MHP ikilisi ayrı ayrı “Öcalan gelsin, terörü bitirsin” çağrılarıyla gündemi dolduruyorlar. Birdenbire yapılan bu politik çağrı her kesim tarafından farklı yorumlanıyor sadece Türk halkı hariç. Okumayan, araştırmayan ve sorgulamayan bir toplum olarak sadece devletin işaret ettiği noktaya bakan bir halk olması itibari ile bir sonuç çıkarma yeteneğinden yoksun bir halk bu. Yorum yapmaya çalıştığında da hakaret ve tehdit ederek konuşabiliyor başka bir özelliği bu konuda yok. Hiçbiri kendini A. Nesin’in %60’ının içinde görmüyor. Bunun dışında Kürtler, devrimciler ve demokratlar ise farklı yorumlara sahipler. Devlet, sadece bugün toplumu derinden etkileyen yoksulluğa dayalı bir açmaz yaşamıyor, sadece bugün Kürtlere karşı savaş başlatmış değil, sadece bugün iç ve dış politikada tıkanmadı, bunlar geçmişten günümüze (bu oranda olmasa bile) hep vardı. Bugünün farkı; içinde bulunulan coğrafyanın sosyal ve siyasal değişimleri yaşayacağının net olarak görülmesi ve bu değişimlerin kendilerini olumsuz yönde etkileyeceğini bildikleri için Kürtleri kendilerine yedekleyerek kurtulmaya çalışmalarıdır.
Yapılan çağrıların, önerilerin ve söylenen sözlerin gerçekliğinden önce netleşmesi gereken noktalara bakmamız gerekir. Türk devleti kuruluş ve varoluşunun temel gerekçelerinden en önemlisi olarak Kürtlerin soykırımı, geride kalanların ise kendilerini “Türk ” saymaları olarak belirlemiştir. Bütün anayasaları, genelgeleri ve yasaları bunun üzerine kuruludur. Güvenlik adı altında yapılan harcamalar buna dayanmaktadır. Bu nedenle Kürtlerin haklarının teslimiyeti devletin bu haliyle sürdürülemeyeceğinin anlamını taşımaktadır. Bir anlamda Kürtlerin tanınmasının karşılığında bilinen haliyle bu devletin varlığının olmayacağıdır. Bu gerekçe her iki taraf açısından uzlaşmaz bir çelişki içermektedir. Bir önceki çözüm süreci de Kürtlere diz çöktürme adı altında yürütülen plan dahilinde kaldırılmıştı. Henüz dillendirilen yeni süreç de aynı akibetle karşılaşacaktır. Her zaman yaptıkları gibi bir kaç yasa değişikliği, ceza indirimleri ve bir dönem siyasal suçlu yaratmamanın ardından tekrar ve daha ağır bir şekilde kaldıkları yerden devam edeceklerdir. Kayyım atamaları, tutuklamalar birer olgudur.
Tutsaklar, Güney ve Rojava’da sürdürülen işgal ve bombalamalar inkar edilemeyecek bir gerçekliktir. Hiçbir adım atmadan konuşmak dışında bir tutumları yok. Bu süreci böyle geçirmelerinin bir kaç nedeni bulunuyor. İçerde yaşanan ve çözümün bulunamadığı ekonomik yoksulluğu yaşayan kitlelere sunacak bir şeylerinin olmaması, dışarda ise batı ve doğu arasında gidip gelmekten ibaret bir politikanın tıkanması ve Ortadoğu’da savaş sonrası ayakta kalıp, “pastadan pay kapma” isteğinin dışında bir niyetleri yok. Bir savaş başladı ve bu savaş başlamadan her ülke safını tuttu. Ancak savaşın başladığını yeni sanan Türk devleti ve benzerleri savaş öncesi yaşanan zamanı her iki tarafa da oynayarak geçirdiler. Oysa yenilen devletlerin tarafındalar bu net. Emperyalist devletlerin emperyal hedefler taşıyan devletlere büyük pay vereceğini sanmak, aslanın ağzına elini sokup midesinden et almayla eşdeğerdir.
Hindistan’a kadar uzanan enerji yolu, Akdeniz üzerinden Avrupa’ya aktarılacak enerji hatları anlaşmalarından uzak tutuldular. Yapmak istedikleri Rojava’da Kürtlerin bir statü kazanmasını engellemek veya uzun zamanlara yaymak. Güney yönetimini ellerine geçirdiler. Diledikleri gibi karar aldırıyorlar. Ancak burada da bir sona yaklaştılar. Yapılan seçimler ve kurulacak hükümetin eskisi gibi kendi etkilerinde olamayacağını da görecekler. Çünkü yeni dönem kendisini anlayamayan lider ve partileri tarihe gömecek, yeni liderler ve partileri getirecektir. Kurdistan Özgürlük Hareketi’nin politikaları yeni döneme hazırlıklı olarak giriyor. Kürtleri yüzyıl önceki gibi sanıyorlar. Oysa 40 yıldır sürdürülen isyan kendini sadece askeri anlamda değil, politik anlamda da onların kavrayacaklarının çok, çok üstünde geliştirdi. Kürtler maalesef -şimdilik- çok parçalı bir şekilde yeni dönemi karşılamaya hazırlanıyorlar. Ulusal bir bütünlük olmaması başta Türk devleti olmak üzere diğer sömürgeci devletlere de bir avantaj sağlıyor. Bu temelde ulusal kongrenin daha fazla ertelenmemesi ve tamamen Kürtlerin çıkarlarını hedefleyecek şekilde gerçekleştirilmesi gerekir.
Eğer, Lozan Antlaşması’nda olduğu gibi bir “Kürtler ve Türkler ayrılmaz bir parçadır” diyecek “Zülfü Bey” figürü bulup, başına ve çenesine havlu sarıp, odada kalmasını sağlayıp görüşmeleri kendi bildikleri gibi yapacaklarını ve masada da bunu imzalatacaklarını sanıyorlarsa feci halde yanılıyorlar. Ne sayın Öcalan, ne Kurdistan Özgürlük Hareketi, ne de Kürt siyasal partileri bu ayak oyunlarına düşmeyecek kadar birikimlidirler.
Ortada bir barış niyeti ve çalışması yok. Sadece gündem saptırmaya çalışmak var. Gerçek barış sömürgeciler Kurdistan’dan ayak izlerine kadar kovulunca gerçekleşecektir, ondan önce değil.