Savaşlar karşılıklı iki gücün egemenliklerinin dayatılmasıdır. Elbette bu egemenlik dayatması kaba kuvvete dayalı olmanın ötesinde ideolojik bir bütünlüğe dayanır, toplumsal hayatın üretim güçleri ve ilişkilerinin kurduğu temel üzerinde yükselir. Ancak egemenliği belirleyen üretim ilişkilerinin niteliği siyasal iktidara el konulmasıyla gerçekleşecek bir kesin değişim değil, bir ara duraktır. Sosyal iktidarın el değiştirmesi uzun yıllara yayılan bir süreçtir.
Savaşların güç dengesi üzerinde yürümesi bir noktada ikinci bir tercihin kendini dayatmasını önümüze çıkarır. Çünkü uzun süren ve iki güçten birinin üstünlüğünün sağlanamadığı durumlarda veya nesnel gerçekliğin ağırlığını dayattığı durumlarda çözüm üzerine gündem gelişir ve barışa giden yolun taşları döşenir. Kaçınılmaz olarak karşılıklı tavizlere dayanan bu yolda elde edilen sonuç, her iki tarafın toplumsal tabanını her zaman hoşnut etmez çünkü tarihsel olarak çıkış teorik manifestoları farklıdır ancak hayatın nesnel gerçekliği daha farklıdır. Fakat tarihte de görüldüğü gibi anlaşmanın yarattığı hoşnutsuzluk bölünmelere, karşılıklı suçlamalara zemin yaratıp yoluna devam etmektedir.
Dünyada yaşanan ve bir şekilde çözüme giden bütün savaşların deneyimleri, bir sonrakilere miras olarak kalmaktadır. Ancak bu miras birebir alınıp kullanılamaz. Bu nedenle iyi incelemek gerekir. Güney Afrika’da gerçekleşen çözüm görüşmeleriyle başlayıp barış sürecine giden yol bir cok kez örnek olarak gösterilmiş ve model olarak benimsenmesi önerilmiştir. Güney Afrika’da yaşanan süreç temelinde ırk ayrımcılığının dayatmasıyla gelişen, bir yönüyle de sömürge statüsü içeren bir durumdur. Bu nedenle dikkate değerdir.
GA (Güney Afrika) barış süreci, ırkçılığın en vahşi haline bile karşı mücadele edip demokratik uzlaşmacı bir akıl çıkarılabileceğini bu nedenle bu tür anlaşmazlıkların çözümü ve barış süreçlerinin örneği olarak öne çıkarıldı. İntikamın geriye itilebileceğini, adaletin sağlanabileceğini ve her şeye yeniden başlanabileceğini düşündürmeye çalıştı. Barış ve çözümün ardından el değiştirdiği söylenen iktidarın gizli bir ortağı olduğunu bugün görebiliyoruz. Siyahların içinden çıkan zengin yani burjuva siyahlarının varlığı sorunun başka bir boyutunu gösterdi. Sömürgelerin kurtuluşu denilince sadece kimlik kazanımlarının yetmediğini, üretim güçlerine sahip olanların gerçek iktidar sahipleri olduğunu böylelikle yaşayarak öğrendik. Ancak iktidar siyahlara geçtikten sonra bile sorunlar devam etti. Umut yaratıldı ama kurumsallaşamadı. Iktidar değiştikten sonra beklentiler ve umutlar kısa süre sonra geçerliliğini yitirdi. Sürecin baş aktörü Mandela idi ve dünya gündemine oturmuştu ancak ANC yönetiminin bir bölümü tarafından tek başına yürüttüğü müzakere sürecinde Mandela’nın konsensüsü bozmamak için siyahların haklarından çok fazla taviz verdiği fikri hakimdi. Barışı öne çıkarıp adalet fikrini geriye ittiği eleştirisi güncelliğini hiç yitirmedi.
Tarihsel bir kişilik olarak Mandela bir ulusu çözüme inandıracak tek insandı ve bunu başardı. Ancak çözüm fikrinden herkesin anladığı başkaydı. Beyazlar, iktidarı verseler bile ekonomik imtiyazlarını kaybetmek istemiyorlardı, bugün bile bunu bir anlamda başardılar denilebilir, tek istisna siyah zenginlerin de aralarına katılması oldu. Genel eleştirilerin net ifadelerinden biri de siyahların kimlik özgürlüklerini kazandıkları ama kazandıkları kimliklerinin gerçek özgürlüklerini sağlamadığı oldu. Çünkü ulusal taleplerin karşılanmasının ardından sınıfsal talepler nesnel gerçeklik olarak her zaman ortaya çıkarlar. Zenginliğin el değiştirmesi kimliğin kabul edilmesinin ardından dağ gibi dikildi. Güney Afrika’da kimlik kabulünün ardından ortaya çıkan sorun yoksul siyahların hayatlarının gerçekliği oldu. Ev, elektrik, su ve sağlık gibi temel sorunlar gözle görülmesi küçük olan bir iyileşme yaşadı, geride kalan yoksunluk ve yoksulluk sayıca daha üstündü. Siyah öğrencilerin okul masrafları o kadar ağırdı ki, Stellenbosch protestosu durumun önemini gözler önüne serdi.
Yeni kuşaklar eşitsizlik, yolsuzluk, işsizlik gibi konularda pasif kalındığı düşüncesiyle içten içe bir isyan büyütmeyi kendiliğindenci bir hareketten kendisi için bir harekete usul usul çevirmeye başladılar. Geniş bir elestiri yüklü düşünceye göre eski dönemde kazanan ve kaybeden belliydi ama yeni dönemde kazananlar arasında kimin neyi ve niçin kaybettiği tartışması gündemdeki yerini korumaya devam etti.
Böyle uzun yıllara yayılan ve çözümü ağır bedeller gerektiren sorunsallık içeren Güney Afrika ve benzeri yerlerde tarihsel kişilikler önem kazanırlar. Uluslar veya sınıflar kendi temsiliyetlerini bir kişinin şahsında somutlaştırırlar. Temsil yetkisini elinde bulunduran kişi, artık sadece kendi kaderini değil bir halkın, bir sınıfın kaderini elinde tutar. Ve tarihin sayfaları artık o kişinin kendisini değil milyonlarca insanı temsil ettiğini yazarlar. Bu i̇nsanların artık kişisel beklentileri ve kaygıları olamaz. Dertleri ve sevinçleri toplumsallık kazanır. Mandela görünen yüzüyle böyle bir temsiliyeti elde etmiş ve pratiğe dökmüştür ancak sonraki süreç kişisellik tehlikesinin ne kadar derin olduğunu göstermiştir.
Mandela ismi marka oldu, hatta hapishane numarası da marka oldu. Bugün Mandela veya 46664 numarasıyla markalaşan, onlarca ticari ürün satılıyor. Nelson Mandela Vakfi servetinin miktarı net olarak bilinmeyen bir ticari hacme sahip. Vakfın ekonomik olarak olumlu olan yanı ihtiyaç duyulduğunda çocuklara destek verilmesinin koşul olduğudur. Ancak bir toplumsal devrimin ardından yoksulluk varsa zaten o devrim değildir. Mandela ardından miras kavgasının çıkmasını engellemek için 1 milyon euroluk bir kaynağı fon olarak yatırdı. Güney Afrikalı yoksullar elbette sormuştur ancak bizler de sormak durumundayız: bu değirmenin suyu nereden geliyor? Yıllarını zindanda geçiren Mandela bu parayı nereden buldu, hangi hakla tarihe geçmiş bir ismin ticari mal olarak pazarlanması onu rahatsız etmedi? Hepimizden önce onun bileceği basit bir gerçektir: Mandela ismi sadece ona ait değildir, tıpkı diğer önderler gibi. Zapata, Şêh Seîd, Seyît Rıza ve Mahir’le Deniz gibi, Gonzalo, Mazlum, ve Öcalan gibi. Bu açıdan baktığımızda Mandela görünürde bir çözüm ve barış öncüsüdür ama gelinen noktada durum farklılaşmaktadır.
Güney Afrika barış ve çözüm sürecinden alınacak en büyük ders: herşeyin masada atılan imzalarla bitmediği, kimlik kazanımının bir halkın özgürleşmesine yetmediği, ardından toplumsal üretim gelirlerinin adil dağıtılması gerektiği sorununun da çözülmesi, kazanılan kimliğin arkasından filizlenecek asalak burjuvaların yok edilmesi gerçekliğinin unutulmaması gerektiğidir. Çünkü özgürlük uğruna hayatlarını bedel olarak verenler hiçbir maddi çıkar gözetmeksizin yaşayanların uzaktan baktığı ölüm kapısını koşarak ve korkusuzca geçip gittiler.