Politik mücadeleler, nesnel gerçekliğe sahip sorunların çözümünün dayatılması için yürütülürler. Bir soruna farklı açılardan bakanlar genel anlamıyla iki safa ayrılırlar: İlk saftakiler sorunun aynı koşullarda sürmesini isteyip buna göre politika yürütenlerdir ki bu grup çoğunlukla egemenlerden oluşur. İkinci grup ise sorunun ağırlığı altında ezilen, çözümü için hayatlarıyla bedel ödeyenlerdir.
Ulusal/sınıfsal süreçler genel olarak karşımıza şöyle bir tarihi süreçten çıkarlar. Ağır vahşet koşullarının oluşturduğu zulüm dalgası önce umutsuzca da olsa direnenleri ve direnmeyenleri ezer geçer. Uzun süren suskunluk döneminden sonra yeni kuşak örgütlenir ancak; bu örgütlenme umutsuz, kırılgan ve güvensiz bir iklimin zor koşullarında filizlenir. Direnip, ayakta kaldıkları ve egemenlere darbe vurdukları zaman dilimi çoğaldıkça kendi tabanlarından aldıkları destek genişler, toplumsallık kazanırlar. Askeri literatürde stratejik savunma olarak geçen bu dönem yerini stratejik dengeye bırakır. Karşılıklı iki gücün alan tutmak, siyasi varlığını dayatmak döneminden sonra stratejik saldırı süreci başlar.
Başkaldıranlar ve egemenler arasındaki savaş uzun yıllara yayılıp karşılıklı iki güçten birinin üstünlüğü belirgin ölçüde sağlanamazsa her iki tarafta da toplumsal yapının bozulması başlar. Egemenler sahte zafer sloganlarının ardından tükenen bir ekonomi, topluma yayılmış hukuksuzluktan doğan kişisel hukuk anlayışı ve dibe vurmuş bir ahlaksızlıkla, bir anlamda kendi üretim ilişkilerinin toplumu alt üst eden sert yaklaşımlarına karşılık, yeniden ve farklı bir şekilde doğacağını yaşayarak tecrübe edeceklerdir.
Başkaldıran ve yeni bir hayatın müjdecisi olanlar ise uzun süren umut döneminin yerini yılgınlık ve yenilgi duygusunun almasıyla birlikte belki de kitleleri egemenlere son bir darbe vurmak adına çağıracakları genel isyan çağrısının karşılık bulmaması ile hayal kırıklığı yaşayacaklardır. Böyle dönemlerde “barış ya da çözüm” adı altında kaçınılmaz olarak gündeme yeni bir politik adım, yeni bir tercih gelecektir. Bugün yaşadığımız böyle bir süreçtir denilebilir.
Ne yazık ki egemen kabul edilen TC tarafının “aydın” kabul edilenleri sağanak yağan yağmurda suskun adımlarla yürüyen bir görünüm çizmektedirler. Ve attıkları adımların en belirgini, seslerinin en gürü “silahlar sussun, her iki taraf savaş davullarının değil, barış seslerinin savunucusu olsun” demekten öteye geçmemektedir. İlk bakışta ne kadar barışçıl ve kulağa hoş geliyor değil mi? Savaş uçakları, toplar, tanklar, binlerce sözleşmeli ve özel asker, işgal edilen topraklar, esir alınan binlerce direnişçi ve halk kitlesi, medyanın tüm gücüyle saldıran ve dünya tarihinin en ahlaksız savaşını yürüten bir devlet ve karşısında basit silahlarla tamamen halkına dayanarak direnen savaşçılar arasında kurulmak istenen barış ve çözüm köprüsü işte budur. Üstelik direnişçiler daha önce defalarca barış çağrısı yapmış olmasına rağmen…
Eşit olmayan koşullarda, egemen gücün her türlü insanlık dışı yaklaşımıyla yürüttüğü ahlaksız bir savaşta tarafsız bölgede durduğunu ilan etmek, aslında egemenden yana tavır almaktan başka birşey değildir. Sartre’ın ülkesinin Cezayir’i işgaline karşı net tavır aldığı için uğradığı baskıyı De Gaulle “Sartre Fransa’dır” diye selamlamıştır.
Gündeme bir anda düşen çözüm seslerinin ardından HDP’nin açıkladığı deklarasyon ve kamuoyu oluşturma çalışmaları -şimdilik-suskunlukla karşılanmaktadır. Ancak sürekli örnek gösterilen Güney Afrika, İrlanda, İspanya ve Kolombiya süreçlerini incelemek, yaşananları değerlendirmek bizim de ufkumuzu açacaktır. Çünkü oralarda yaşanan süreçleri incelemek, gelecekte bizi de bekleyen benzer sorunların yaşanmasının önüne geçilmesi demektir. Sadece barış anlaşması imzalanarak bütün sorunların çözüme kavuşturulması namümkündür, tam aksine bu kez daha geniş, daha büyük bir sorunla başa çıkmak gerekiyor: toplumsal hayatın sil baştan örgütlenmesi…
Güney Afrika’da uzunca süren savaştan sonra “Apartheid” rejiminin son bulmasının ardından gelen “barış süreci ve sonrası” bu tür sorunların yaşandığı coğrafyalara bir çözüm olarak sunuldu. Elbette İngiltere, İspanya ve Kolombiya da benzer bir tanıma sahip oldular. Öncelikle bir noktaya dikkat etmek gerekir: Her ülkenin üretim güçleri ve üretim ilişkileri farklıdır, bu nedenle başka bir çözüm modeli birebir örnek alınıp uygulanamaz, sadece süreçlerin nasıl işlediği anlamında örnekler alınabilir. Örneğin TC kendine Sri Lanka modelini örnek aldı ama geldiği nokta koskoca bir yenilginin ardından, bataklığa saplanmak oldu.
Güney Afrika’da sömürgecilik üzerinden gelişen ve yakın tarihe kadar devam eden bir süreç söz konusuydu. Beyaz ırkın üstün yönetici olduğu ve her alanda siyah-beyaz ayrımcılığının görüldüğü bir sömürgecilikti. Dünya tarihinde görüleceği üzere bu konuda da TC “güzide” yerini kimseyle paylaşmamaktadır, çünkü bütün sömürgeciler ve işgalciler sömürgenin olduğunu kabul edip savaşmalarına rağmen TC sömürgeciliği kabul etmediği için ortada bir “sorun” görülmemektedir.
Bilgilendirme amaçlı olarak kısa bir kronolojik anlatıma ihtiyaç duyulmaktadır. 1886 yılında Witwatersstrand’da altın madeninin bulunmasıyla birlikte beyazların işgaline yoğun bir şekilde uğrayan ve demografik yapısı değişen ülkede, 1911 yılında çıkarılan yasayla beyazlara geniş imtiyazların tanınmasıyla başlayan süreç, 1912 yılında Güney Afrika Yerli Kongresi (SA Native Congress)’in kurulması ve 1913 yılında çıkarılan yasayla siyahların yaşama alanlarının kesin olarak belirlenmesiyle netleşti. 1923 yılında çıkarılan başka bir yasayla şehirlerde siyahların yaşayacağı alanlar belirlendi. 1930’lu yıllara gelindiğinde çoğunluğunu Hollandalıların oluşturduğu “Afrikaaner”ler kendilerini Güney Afrika’nın sahibi ve tanrının seçtiği insanlar olarak gördüler. Arka arkaya çıkarılan ırkçı yasalarla ayrımcılık katlanarak büyüdü.
ANC (Afrika Ulusal Kongresi) farklı siyasal yapıları bünyesinde barındırarak geniş bir ağa kavuştu. Ancak ilk sürecinde yasal, şiddet içermeyen eylemsellikler düzenlemesine rağmen hepsi ırkçı yönetim tarafından şiddet kullanılarak dağıtıldı ve binlerce üyesi tutuklandı. 21 Mart 1960 tarihinde düzenlenen ve tarihe Sharpeville Katliamı olarak geçen yürüyüşte katılımcılar kimlik kartlarını protesto etmek için polis merkezi dışında toplandı ve polisin gösteriye saldırması sonucu 69 kişi öldürüldü, 180 kişi yaralandı. Bu katliam bir dönüm noktasını oluşturdu. Yoğunlaşan eylemler sonucu 1 Nisan 1960 tarihinde BM Apartheid rejimini insanlığa karşı suçlarından dolayı mahkum etti. Apartheid yönetimi bunun üzerine ANC’yi yasakladı ve ANC gerilla savaşının temel olduğu bir politika izlemeye başladı.
1963 yılında Mandela ve diğer yöneticiler bir baskında esir alındılar, dünya kamuoyunun bırakılma çağrılarına kulak asmayan yönetim daha da sertleşti. 1970’li yıllara gelindiğinde Steve Biko ve arkadaşları tarafından Siyah Bilinç Hareketi kuruldu ve devrimci şiddet üzerinden bir eylem politikası izledi. 1977 yılında tutuklanan Biko işkenceyle öldürüldü. 16 Haziran 1976 yılında Soweto’da öğrencilerin düzenlediği eğitim politikasını protesto gösterisinin şiddetle bastırılması direnişi genelleştirerek ülke geneline yaydı. 1980’li yıllarda büyüyen ve kitlesellik kazanan eylemler sonucu iktidarda olan De Klerk yönetimi Mandela ile uzun süren görüşmeler sonucu yapılan anlaşmalarla değişimi kabul etti, siyasi partiler üzerindeki yasaklar kaldırıldı, Mandela ve diğer siyasi tutsaklar 11 şubat 1990’da serbest bırakıldı. 1994 yılında yapılan seçimlerde Mandela, devlet başkanı seçildi. Görünen tablo: Irkçılığın sona erdiği, siyahların haklarını elde ettiği bir hayatın başladığıydı.
Şimdi incelemeye başlayabiliriz. İlk sözü gazeteci Justice Malala’ya verelim: “Çok kızgınım, çok öfkeliyim çünkü bunun bizde de olabileceğini hiç düşünmemiştim”. Ardından da gazeteci Alec Russel’e bırakalım; “ANC bir özgürlük hareketi olmaktan çıktı, tipik bir iktidar partisi gibi davranmaya başladı”.
/ * Devam edecek…/