Hayatımızı sarıp sarmalayan bunca kötülüğün içinde, umudu diri tutabilmek ve istediğimiz hayatı yaşayabilmek için kelimelerden yola çıkıyoruz. kelimelerden kurduğumuz cümleler, bize, içine düştüğümüz kuyulardan çıkışı ve kuracağımız hayatın temelini gösteriyor.
Ancak hayat, bizlerin kurguladığı şekilde gelişmiyor. Bizim dışımızda nesnel gerçeklik olarak bulunan onlarca iç ve dış dinamiklerin ve bizlerin de bu nesnel gerçekliğe müdahalesiyle gelişiyor. Doğrularımız ve yanlışlarımızla bir bütün oluşturuyoruz. Oluşan bu bütünden kişiliğimiz, karakterimiz ve hayat içinde gelişen davranışlarımız bize yön gösteriyor.
Politika hayatın her alanında yer alıyor. Yaşadığımız her olay, aldığımız kararlar ve tercihlerimiz bilmesek bile ideolojik-politik bir anlam içeriyor. Halklara veya kitlelere önderlik ediyorsak sorumluluğumuz daha da artıyor ve aldığımız kararlar milyonların geleceğini etkiliyor. Doğru kararlarımızın bizi kurtuluşa çıkardığı gibi yanlış kararlarımızın da bizimle beraber arkamızdan gelenleri de o yanlışlığın içinde çözümsüzlüğe ve yenilgiye götürdüğünü yaşayarak öğreniyoruz.
Günümüz dünyası barış ve demokrasiden oluşan bir yönetim anlayışına sahip değil. Kapitalist sistemin oluşturduğu günümüz dünyasında, ulusların, devletlerin ve oluşturulan uluslararası birliklerin bazen gizli bazen de açık savaşının yaşandığı bir dünyadayız. Politikacıların günübirlik dile getirdiği “barış, eşitlik ve demokrasi” sözleri artık çocuklara anlatılan masallarda bile yerini bulmuyor. Ne kendilerinin, ne de dinleyenlerin inanmadığı bir söylem, deyim yerindeyse “ağızda çiğnenen bir sakız” işlevini görmekten öteye gitmiyor. Yine de nedendir bilinmez, bu sakızın çiğnenmesinden dolayı kimse bir sorumluluk hissetmiyor.
Yüzyıllardır sömürgecilerin ayakları altında çiğnenen ve tam anlamıyla bir talana maruz kalan Kurdîstan, gün aşırı bu sakızın çiğnenip, ağızdan ağıza gezdirilmesine tanık oluyor. Kalkışılan yüzlerce başkaldıryı acımasızca ezen sömürgeciler, Kurdîstan Özgürlük Hareketi’nin önderliğinde gelişen son başkaldırıyı bastıramadılar. Sınırlarını aşarak dünyaya yayılmasının da ötesinde uluslararası bir nitelik kazandığı için ülkelerin gündeminden de düşmüyor.
Başta Türk devleti olmak üzere, diğer sömürgeci devletler Kurdîstan özgürlük mücadelesini bir halkın özgürlük mücadelesi olarak değil de “terör sorunu” olarak göstermek ve bu tanımlama üzerinden politika geliştirmek planını kısmen de olsa başarıyla gündemde tutuyorlar. Askeri olarak yasaklanan kimyasal silahları kullanırken, sivil olarak da her türlü aktiviteyi boğuyorlar. Böylelikle halkın “ne askeri, ne de sivil politikalarla kurtuluşun olmayacağını” düşünüp vazgeçmesini bekliyorlar. Dağlarımızda ölülerimizin, zindanlarda tutsaklarımızın çoğalması sadece bizim yüreğimizi dağlıyor. Türkiye halkları devletin ideolojik faşizminin her gün yeniden üretilmesinin çarkına uyum sağlayarak karşılarında sadece yok edilmesi gereken bir halk olduğu düşüncesini atşsle savunup, gerektiğinde ise Teşkilat-ı Mahsusa elemanı olarak hazır beklemektedirler.
Böyle bir atmosferin içinde kendimizi var etmeye çalışıyoruz. Barış ve demokrasi içinde yaşamak fikri herkes tarafından kabul gören bir gerçekliktir. Ancak biz, bu iki kavramdan ne anlıyoruz, “beraber yaşamak istediğimiz” sömürgecilerimiz ne anlıyor? Osmanlı’dan devraldığı toplumsal yapısını kısmen koruyarak yeni bir devlet kuran Kemalizm, tam anlamıyla faşizan bir düşünce anlayışını koruyarak ve her gün yeniden üreterek varlığını sürdürüyor. Kendi iktidar ve hükümet mücadelelerinde bile barış ve demokrasi yerine, son derece kanlı bir kavga yürüten bu yapının başka halkların hakkını vermesi mümkün müdür? Ermeniler, Pontoslar, Süryaniler… Bu kıyımdan paylarını aldılar. Kurdîstan özgürlük mücadelesi silahla kendi gerçekliğini dayattığı için görünür oldu, ya bu halkların hakları? Gündeme gelmesi bir yana, kendileri bile hafızalarından silecek düzeydeler. Az sayıda duyarlı kimlik sahibinin mücadelesi seslerinin duyulmasını sağlıyor.
Demokrasi bu toplumda adeta bir “civa” işlevi görüyor. İçine girdiği tasın şeklini alıyor. Gücü elinde bulunduran, “düşman” gördüğü her toplumsal yapıya karşı ateşten bir silah olup yakıyor. Eğitim seviyesinin düşüklüğü bir yana, o eğitimden aldığı tek şeyin faşizm olduğunu bile anlayamayan bir toplumsallıkla nasıl demokratik bir yaşam kurulacak? Daha savaştığı Kürt halkına karşı yürütülen savaşın içinde yer almayı bile “onur ve gurur” olarak gören ve çeşitli dillerin birleşiminden bir dil ve o dilden de bir ulus yaratma projesi olduğunu göremeyen bir halkın barış ve demokrasiden tek anladığı şeyin: “iktidara gelen kim olursa olsun, benim de cebimi doldursun” anlayışı olduğunu bizler görüyoruz ama neden kabul etmemekte direniyor ve ısrar ediyoruz? En basitinden: zindanlarda 30 yıl esir tuttukları insanların, daha da esir tutulması için neler yaptıkları gözümüzün önünde gerçekleşiyor. Buna bile itiraz geliştirmeyen bir halk. Yani insani bir reflekse sahip değil.
Bir anekdot olarak günümüze kadar gelmiştir: Amerika içsavaşından sonra özgürlüklerini kazanan kölelerden birinin: “peki, ama şimdi efendim kim olacak?” dediği yazılmıştır.
Kazanacağımız, kazanmak zorunda olduğumuz bir özgürlük mücadelemiz var ve kazandıktan sonra dönüp, “peki, ama şimdi kiminle beraber yaşayacağız?” sorusunu sormayacağız. Çünkü bedeli ödenmiş bir özgürlüğe sahip olacağız ve hayat ellerimizde yeniden yaşanabilir bir sekilde anlam kazanacak…