Bir el uzanıp denize, sömürgecilerin gözlerinin önünde bir tutam tuzu avuçladı ve havaya kaldırdı. O el ve bir avuç tuz, bir ülkenin ve o ülkenin insanlarının kaderini değiştirdi.
Mahatma Gandhi Bharat ülkesinde İngiliz sömürgeciliğinin koyduğu yasaklara karşı sivil direniş hareketini örgütledi. Şiddet içermeyen sivil itaatsizlik (satyagraha) eylemleri, dönemin koşullarında ses getiren, sömürgeci İngilizleri zorlayan ve çeşitlilik içeren eylemlerdi. Önce bir haksızlık içeren yasa tespit ediliyor, sonra bir grup insan bu yasayı deliyor ve tutuklanıyordu. Bunun ardından Gandhi kitleleri aynı eylemi yapmaya çağırıyor ve bu seferde hepsi tutuklanıyordu. Tutuklananlar hapishanede de eylemlerine devam ediyorlardı. Açlık grevi başta olmak üzere şiddet içermeyen eylemlere başlıyorlardı. Eylemlere katılanların sayısı artınca hükümet hapishaneleri kontrol etmekte zorlanıyor, var olan durumu sürdüremeyip yasayı kaldırıyordu. Gandhi tutuklandığında yüz binlerce insan bu durumu protesto için hapishanenin etrafını sarınca, hükümet Gandhi’yi bırakmak zorunda kaldı.
India (Bharat) Ulusal Kongresi’nin başkanlığına seçilen Gandhi 0cak 1930 yılında bağımsızlık ilan etti ve aynı yıl 12 mart tarihinde ünlü tuz yürüyüşüne başladı. Bir (sömürgecinin tabiriyle) Indiali’nın tuz çıkarması yasaktı, bu tekel sadece Britanya imparatorluğuna aitti. Gandhi bunu kırmak için halka “kendinizi güçlü hissediyorsanız, hükümet işlerini terk edin. Mahkemelerini, okullarını kabul etmeyin” çağrısını yaptı ve 388 kilometrelik yolu çıplak ayakla 24 günde katetti. 6 nisan sabahı İngiliz polislerinin bakışları altında denize yürüdü, bir avuç tuzu alıp tatlı suda yıkayarak havaya kaldırdı. Bir Indiali’nın “tuz çıkaramayacağına” dair olan yasayı böylece ihlal etti. Ardından binlerce kişi denizden tuz çıkardı. Gandhi ve 60 bin kişi hapse atıldı ama eylemciler de o sömürge yasasını çöpe attılar.
Dört sömürgeci devlet tarafından sömürgeleştirilen Kurdistan binlerce “tuz” yasağıyla sarılmış durumda. Kanunlar, tüzükler ve genelgeler yetmezmiş gibi bir de yüz yıldır ırkçılıkla donatılmış, “Kürt” denilince kırmızı görmüş boğa gibi çılgına dönen, kendinden başka herkese ve herşeye düşman olan ve dilden yaratılmış bir ulus olmanın doğasına uygun olarak işgal ettiği topraklarda yaşayan Kürt, Ermeni, Rum, Süryani halklarını soykırıma uğratmış bir imparatorluk bakiyesinin tortusu olan bu devletin (m)illeti tarafından geleneksel olarak uygulanan “tuz yasağı” davranışları da var. Sömürgeciliğe, kendilerinin dışındaki herşeye istedikleri isim vermeye öylesine kaptırmışlar ki kendilerini, “Bharat” adını beğenmeyip “Hindistan” diyorlar.
Hayat sürekli yenilenir, diyalektiğin bu değişmez gerçekliği önümüzdeki dönemde siyasi platformların görünürlüğünü yitirip yerini savaşın alması şeklinde gösterecektir. Nazilerin zulmünden doğan mazlumluğun zalimlikle yer değiştirmesi, Filistin halkına uyguladığı ölümden başka yaşama hakkının tanınmaması ve durdurulamayan bu şiddet rüzgarı, İsrailli yöneticilerin de sıkça ifade ettiği gibi Lübnan, Suriye ve Türk devletlerine de uğrayacak, kendisine son hedef olarak belirlediği Iran’a uzanacaktır. Böylesine geniş kapsamlı bir savaşın hazırlığının uzun zaman alması doğaldır. Bu nedenle şimdilik savaşın ilk aşaması yaşanmaktadır. Bu süreçte Türk devletinin diplomasi girişimleri sürüyor. Adeta “İsrail Filistin’i işgal ederken dünyanın sesi çıkmıyor, ben de Rojava’nın tamamını işgal edersem ne olacak ki” diye başlayan bir savunmayla ilişkilerini sürdürüyor. Bu temelde giriştiği askeri hazırlıklar da eylem planının bir parçası olarak yansıyor. Ticari alımlarını milyar dolar seviyesine yükseltmesi, İsveç’in Nato üyeliğini onaylama kozunu gündemde tutması bu planın bir parçası olarak duruyor. Ne batan ekonomi, ne dünya çapında yitirilen devlet ciddiyetinin yerlerde sürünmesi, ne de adım adım yürünen ılımlı islam cumhuriyeti. Hiçbir şey önemli olarak durmuyor. Kemalist cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı “Kürtlerin inkar ve imhası” yeni yüzyılda tek hedef olarak güncelliğini koruyor. Eğer bir sömürgecilik varsa sömürgecileri söküp atmak için olmazsa olmazlardan biri de ulusal kongredir. Kürtlerin bu anlamda parçalı duruşu ulusal kongrenin kuruluşunu bilinmez bir tarihe ertelendiği için sömürgecilerin elini rahatlatmaktadır.
Öte yandan birçok cephede yürütülen savaş güç kaybına da yol açmaktadır. Türk devletinin yoğunlaşan diplomatik girişimleri “insan hakları savunuculuğunu” ve “demokrasiyi” kimseye bırakmayan AB devletlerinde karşılığını bulmakta, ne Kurdistan’ın fiili işgalinin yarattığı Türk devletinin sınırlarını genişletme zorbalığı, ne de uyguladığı Nazivari yönetim anlayışı öne çıkmaktadır. Öyle ya birkaç milyar euroluk ticari gelirin karşılığında dökülen “Kürt kanının” ne önemi olabilir ki? En fazla “endişe duyuyoruz” der, geçerler.
Gelecekte yaşanacak olan ABD ve AB desteğini almış, ABD’nin de katıldığı bir İsrail-Iran savaşında biz Kürtlerin takınacağımız tutum ve duracağımız yer geleceğimiz açısından belirleyici olacaktır. Bu belirleyiciliğe temel olarak dünya görüşümüz, paradigma anlayışımız ve insani saygımız karar verecektir. Çıkarların gerektirdiği yer belirlenirken elbette insanlık suçlarının işleneceği bir yer olmayacaktır.
Yaklaşan yerel seçimlerin görünür gerçekliğinin tek anlamı Kürtlerin tercihlerini bir kez daha belirtmesidir. Bunun dışında “Demokles’in kılıcı” gibi sallanan yasalar, kayyum atamanın“dayanılmaz hafifliği”, her an tutuklanıp ağır cezalara mahkum edilmek dışında Türk devletiyle olan bağların bir anlamı kaldı mı?
Gandhi, yola çıktığında “hükümet işlerini terk edin” diye seslenmişti. Ve halk terk etmişti. Hedefle birleşen öncülük ve onu takip eden halk yeni bir ülkenin doğumuna ebelik etmişti. Daha sonra India kendi içinde Pakistan’ı doğurdu.
Peki Gandhi’nin sonu ne oldu? Gandhi, “kardeşliğin simgesi” olarak bir sonraki toplantıya bir müslümanla gelinmesini istediği için Bharatlı bir gazeteci tarafından öldürüldü. Şiddet içermeyen eylemliliğin önderi şiddetin kurbanı oldu.