Birbiri ardınca akıp gidiyor takvim yaprakları, bir ormanın karşısında durmuşuz ve bakıyoruz. Ancak gördüğümüz orman değil: ağaç. Sadece ağaç. Ormanın ağaçlardan oluştuğu hafızamızda yer alıyor ama nedense ağaçları beynimizde bir araya getirip orman haline getiremiyoruz.
Egemenlerin binlerce yıllık tecrübelerine karşı, onlarla aynı zaman diliminde yaşamamıza rağmen bizler binlerce yıllık tecrübeye sahip değiliz. Oysa onlar binlerce yıldır aynı şekilde hükmetmeye devam ediyorlar. Aynı hayalleri satıp, aynı umutları veriyorlar. Binlerce yıldır yoksullar kimi zaman ellerini açıp dua ediyorlar ve zalimin zulmünün hesabının ölümden sonra görüleceğini umut ediyorlar. Binlerce yıldır başkaldıranlar yılmadan, inatla mücadeleye devam ediyorlar ve “ mutlaka” şiarının ayak izlerini takip ediyorlar. Binlerce yıldır yenilmemize rağmen tecrübelerimize kulak vermeyi ihmal etsek bile yine ayağa kalktık, kalkmaya da devam edeceğiz.
Bir kulağımız Jose Marti dinliyordu diğer yanımız Cigerxwîn. Elimizi tutanlardan biri Giap ise diğeri Mahsum Korkmaz’dı ve Mahir ve İbo’ydu. İnsanın olduğu her yerdeydik. Sömürü, toplumsal ilişki boyutunu kazanmadan önce de vardık, şimdi de varız. Buğdayı eken, ekmeği tuza banıp yiyenlerdik. Dost sofralarında ve govendlerde dizimizi büktük, bunun dışında bükülmedi dizlerimiz. Hep ileri, hep önümüze baktık ama geçmişimizi unutmamaya çalışarak.
Bir mücadeleki binlerce yıldır sürüyor. Binlerce yıldır sayısız kadınlar ve erkekler toprağa düştü. İşkencelerden geçip zindanlara kapatıldı. Sürgünlere savrulurken geride belki de bir daha geri dönüp yaşayamayacakları hayatlarını bıraktılar.
Sömürünün, yoksulluğun ve baskının ağırlaştığı dönemlerde, toplumsal yığınlar yeni bir umudun sesine kulak vermeye, kendilerini bu durumdan kurtaracak bir örgütlülüğün gücüne güvenmeye hazır hale gelmeye başlarlar. Gündüz ile gece, karanlık ile aydınlık gibi yan yana giden iki kavramın belirleyiciliği, kitlelerin hayatına hükmeder. Ya yeni bir toplumsal ilişkiler üretimi ya da örgütlülüğün yetersizliğinin veya kitlelerin kendi hayatlarını yönetme iradesinin eksikliğinin getireceği faşizm.
Gerek Kurdîstan gerekse TC coğrafyasında toplumsal kitlelerin yaşadığı tek bir dingin, tek bir barış, tek bir güvene dayalı gün olmadı. Sürekli yaratılan iç ve dış düşman algısı ile yönetenlerin, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının kitlelerin üretim gücüne dayanılarak yarattığı emek gücüne el konulması, sömürülmesi nedeniyle hırsızlar orkestrası şeklinde eylemde bulunması her iki toplumsal yığın kitlesinin “yabancılaşmasına” yol açtı. Ne tarih, ne kimlik ne de kültür bilincinin sağlıklı olmadığı bir toplumsal yaşam hepimizin hayatını sarıp sarmaladı.
Bunca yılın ödenen bedellerinin elbette bir karşılığı olacak, olmalı da. Bin yıldır kültür haline gelen ağıtlar, zalimi tutması istenen ilenmeler, yenilmişliği baştan kabullenmeye hazır ruh hali ve hesabın bir ilahi güç tarafından sorulacağına olan beklenti değişmeli artık. Ödenen bedellerin karşılığı yeni bir hayat olmalı. Yeni baştan koymalıyız umudun adını, mücadelenin sürekliliğini ve bütün sözlüklerden çıkarmalıyız kabullenmeyi. Reddetmeli kitleler, kendi hayatlarının başka efendilerinin olmasını.
Bin yıllık tecrübelerine güvenerek sürekli başka hedeflere, sürekli değiştirdikleri gündemlere odaklanmamızı sağlıyorlar. Bir gün ekonomiyi alt üst eden kararlar alarak yoksulluğun pençesinde kıvranan kitlelerin gözünün boş tencerelerden ayrılmamasını sağlıyorlar. Başka bir gün ise inanç üzerinden hareket ederek ayrıştırmaya devam ediyorlar. Değişmez düşman olarak zaten hep ajandalarının ilk sayfalarında yer alan Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Ezidiler, Süryaniler ve kimliği belirsiz dış güçler kendi kitlelerini uyutmaya yarayan birer uyuşturucu etkisini gösteriyor.
Peki neden, başkaldıran kitleler ile başkaldırıyı ezmeye çalışan gücün kitleleri genel anlamıyla göğüs göğüse çarpışıp bir şekilde yeni bir döneme imza atmıyorlar, neden var olan durumun sürüp gitmesini izliyorlar?
Ortada işgal edilmiş bir toprak, bir tarih, bir kültür ve bir kimlik gerçekliği olan halk ve halklar neden sömürgeci gücün parlamentosundan umudunu kesmek noktasında ağırdan alıyorlar? Günümüz iktidarı değişince bütün bunlardan vaz mı geçilecek, yapılacağı ve kazanılacağı varsayılan seçimin ertesi günü esir tutsaklar serbest mı bırakılacak, işgal sona mı erdirilecek? Ne olacak, ne? Neden sadece “AKP-MHP faşizmi yıkılınca” diye başlayan kelimeler yürüyüş hattımızı belirlesin, bütün bu politikaların ardında TC durmuyor mu? CHP veya sol maskeli partileri gasptan vaz mı geçecekler? Toplumsal yığınlar kaç defa daha aynı ırmakta yıkanmaya devam edecek? Bir kurtuluş mücadelesi kaçınılmaz olarak amacına ters düşmeyen araçlar kullanarak ilerler bu nedenle sömürgeci faşist kurumlarda da mücadele yürütülür, yürütülmelidir de ancak o kurumlarda yer alınınca, düzenin değişeceğine inanmak amacın değil de aracın peşinde gitmek tehlikesini yaratmaz mı?
Değismeli, sömürgeci TC’nin birçok şehrini, köyünü isim isim bilip de Kurdîstan’da sayabildiğimiz yerleşim alanlarının isimlerini az bilmek anlayışımız.
Değişmeli, sömürgeci yöneticileri tanıyıp da, Kurdîstan’da tanıyamadığımız, bilemediğimiz yöneticilerimiz varlığı.
Değişmeli, sömürgecilerin politik gündemi yaratıp belirleme yapmasının peşinden yanlışlığı.
Değişmeli süregelen anlayışımız. Sömürgeci sistemin iğne deliklerinden geçilse bile mücadele edilmeli ama çürümüş sömürgeci sistemin düzeltilmesi, yeniden yapılandırılması anlayışı değişmeli. Kuruluşundan itibaren çürümeye mahkum bir devlet, asla düzeltilemez, düzeltilmemeli de, yıkılıp tarihin çöp sepetinde kaybolsun. Yerine gelecek olan ve halkların eşitlik anlayışına dayalı yeni üretim ilişkileri, yeni altyapı ve üstyapı ilişkileri kurulsun, kuralım.
Değişmeliyiz… Zalimin uyguladığı zulümden, zalimin hesap soracağına ve zulme uğrayanlarla eşitlik temelinde bir ilişki kuracağına olan inancimiz değişmeli, değişmezse önceki kuşaklardan bize kalan, bizden de gelecek kuşaklara devredilecek acılarımız katlanarak büyüyecek ve tarihimiz hep avcılar tarafından yazılacaktır.