Ali Engin Yurtsever: Direnişin Duyulmayan Sesi

Yazarlar

Hapishanelerdeki açlık grevleri 100. güne dogru ilerliyor. Görünen gerçeklik: grevdekiler taleplerine ilişkin somut bir sonuç alana kadar ilerleyişini sürdürecek.

Açlık grevi, en yalın tanımıyla şiddet içermeyen, bir tutsağın sesinin ve taleplerinin karşı tarafa iletilmesinin kendi bedeni üzerinden yürüttüğü politik bir tavırdır, protestodur. Çeşitli platformlarda kişinin kendi bedenine karşı olarak bir “şiddet” içerdiği yönünde karşı tezler olsa bile temel anlamda mücadelenin belirli ve aşılamayan bir noktada tıkanıklığın giderilmesi amacıyla kişinin bedenini protesto aracı olarak kullanmasıdır diyebiliriz. Uluslararası ve ülke hukukunun temel olarak kabul ettiği, BM Insan Hakları Yüksek Komiserliği Genel Kurul kararı ile 14 Aralık 1990 tarihinde alınan kararlar tutsakların temel insani haklarının gözetilmesi konusunda belirleyici olmuştur, Türk devletinin hukukuna bakınca, elbette kağıt üzerinde kalan bir hak olduğunu biliyoruz, tıpkı diğer insani haklar gibi. Çünkü kanun devleti olmak ile hukuk devleti olmak arasında dağlar kadar fark bulunuyor.

Mahkum olmak ile tutsak olmak arasındaki fark: bu ayrı iki gruba mensup, düşünce ve eylemlerinin sonucunda ilgili devlet hukuku tarafından toplumsal yaşamdan koparılan insanlardır. Bir i̇nsanın hangi gerekçeyle olursa olsun yaşamını idame ettirmesinin çeşitli gerekçelerle devlet tarafından kısıtlanması, onun insan olmaktan kaynaklanan haklarının da kısıtlanması demek değildir. Ancak başta Türk devleti olmak üzere dünya gerçekliği başka bir noktadadır. AG iradesi karşısında alınacak tavra ilişkin şu belirlemeyi yapmak gerekir: AG başlama iradesi ve taleplerini eleştirmek, erteletmek veya şimdilik bırakma talebinde bulunarak bir anlamda zulmün yanında yer almak doğru bir tutum değildir. İster i̇deolojik, ister insan hakları tarafından olsun vicdan sahibi herkesin tutsakların yanında olması gerekir. Zulmü uygulayanın devlet olduğunu, tutsakların sadece direndiklerini gözden kaçırmayıp, akılda tutmak gerekir.

Kurdistan özgürlük mücadelesinin tutsakları 27 Kasım 2023 tarihinde sayın Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, fiziki özgürlüğünün sağlanması ve Kürt sorununa çözüm talebiyle açlık grevine başladılar. Hapishanelerden yükselen bu direniş çizgisinin üzerinde fazla durulmuyor. Belki gündem sürekli ağırlaşıyor, sürekli değişiyor ancak bunlar soruna yönelik açıklayıcı bir zeminde bulunmuyor. Eğer sadece bedenleri dışında direnme olanakları bulunmayan tutsaklar böyle bir direnişe başladıysa, bu, dışarıdaki mücadelenin zayıf bir direniş hattı oluşturmasından kaynaklanıyor demektir. Ne kadar ağır bir baskı veya gündem olursa olsun, unutmamak gerekir ki, o direnişçiler bir zamanlar dışardaydılar ve bu mücadeleyi dışarda sürdürüyorlardı. Yeni ve yaşanabilir bir dünyanın düşünü gerçekleştirmek için hayatlarını gerekçesiz sundular.

Hapishanelerdeki yaşam koşullarının son derece ağırlaştığını, çokça kullanılan “hukuk dışına çıkıldığı” tanımı bir yana, değil hukuk dışına çıkmak, “düşman hukukunun” bile uygulanmadığını yaşananlardan biliyoruz. Ağır sağlık sorunları yaşayanların tutsaklıklarının devamı, arama adı altında yapılan baskılar, görüş günü ve saatlerinin son derece kısıtlı olması, yazılı medyaya ulaşım sorunları, dayatılan insanlık dışı aramalar, pahalı kantin fiyatları ve bir bütün olarak insanlık onuruna yapılan saldırıların tek bir tanımı vardır: hiçbir ilke ve kurala bağlı olmadan keyfiyete dayalı yönetim anlayışı.

İşte bütün bunların yanına milyonların irade olarak belirlediği sayın Öcalan’a karşı uygulanan tecrit de eklenince içerdeki tutsaklar bir direniş başlattılar. Kabul etmeliyiz ki dışarıda bulunanlar hangi gerekce adı altında olursa olsun bu direnişi sahiplenmek ve gereğini yerine getirmek konusunda yetersiz kaldılar. Gündemde yerel seçimler bulunuyor. Göz ardı edilemez ancak tutsakların durumu daha önemli ve acildir. Daha önce yapılan açlık grevlerinin aylara uzanacak bir süreci içermesi, kimi zaman kendiliğinden, kimi zaman da taleplerin kabul edilip ama bir süre sonra aynı noktadan başlaması dışarının kalıcı bir politika yürütememesinden kaynaklanmaktadır.

Dört duvar arasında bulunup, en son kendi bedenini savunma silahı olarak kullanmak büyük bir iradedir. Bu taleplerin savunucuları olarak gündemi belirleyecek bir politik tutum belirlemek ve sonuç almanın kaçınılmazlığı her şeyden önce vicdani bir sorumluluktur. Biliyoruz ki dışarda bulunan kitlenin bir şekilde içerde bulunan bir tutsağı vardır. Akrabalıktan başlayarak çevreyi de içeren bir tanışıklıktan söz edebiliriz. Ancak bunlardan daha önce gelen bir “yoldaşlık bağı” söz konusudur. Sadece coğrafyamızda değil, dünyanın neresinde olursa olsun, bütün sınıfsal ve ulusal mücadele yürütürken tutsak düşenlerle “yoldaşlık bağı” ve buna uygun düşen bir hukukumuz vardır. Bizim bir parçamız, boğulmaya çalışılan sesimizdirler.

Sosyal ve siyasal taleplerini örgütlü olarak yürüten partiler, bu mücadelede iradeleri dışında tutsak olanların sesi olmak zorundadır. Eğer o partiler, bu i̇nsanların toplumsal tabanına dayanıyorsa bu talep artık açıktan savunulması gereken bir sorumluluktur. “Hukuk herkese lazım olur” cümlesinin kurulması basit bir hatırlatmadan öteye gitmiyor. Hangi hukuk, hangi hukuk kuralları? Açlığın çığlığı seçimlerin gölgesinde kaldı. Günbegün eriyen bedenler dört duvarın içinden yükselen seslerinin dışarıyla buluşmasını bekliyor ve o sesin, talepleri doğrultusunda eyleme dönüşmesini istiyor.

Eğer, tutsakların özgürlüğünü hemen talep etmek yerine, durumlarının daha iyi olmasını ana politika olarak belirleyip, bunu da “birden olmaz, adım adım” diye gerekçelendiriyorsak, öyleyse bu şikayet ettiğimiz “hukuka davet” çağrısı daha da sürer. Talep son derece açık ve toplumsal tabanın beklentilerini kapsayıcı olmalıdır. “Özgürlük ve statü hemen şimdi !..”

İlginizi Çekebilir

Behice Feride Demir: Rêya Teze
Mihyedîn Nahrîn: Xwendin Me Rizgar Dike

Öne Çıkanlar