Domino etkisi basit bir etkileşim gibi görünen ama toplumsal olaylara uyarlandığında o basitliğin yerini bir alt üst oluşa bıraktığı, birbirini takip eden bir zincirin halkalarına benzer bir bütünlük oluşturduğu bir kavramdır. “Şeylerin” doğasında olan farklılık, yaptığımız seçimlerden kaynaklı diğer “şeylerin” doğasını etkiler ve değiştirir. Kavrama adını veren ise, yan yana dizilmiş domino taşlarından ilk sıradakine dokunulduğunda zincirleme olarak hepsinin yıkılmasına kadar giden bir süreçtir.
Bir domino taşına benzetilen toplumsal başkaldırılarda da durum buna benzerdir. Yıkılması zorunluluk haline gelmiş kurulu bir düzenin yıkılması için en önde bulunan ama etkisinin hesaplanamadığı sıradan görünen bir olay başlar ve bu olay bir çok olayın tetikleyicisi görevini görür. Başlangıcında önemsiz görülen gerekçenin aslında ne kadar haklı bir zemine oturduğu olaylar zinciri bittikten sonra anlaşılır.
Kuruluşunun bir domino taşı içerdiği Türk devletinin tarihsel dizilimi de farklılık göstermemektedir. Domino taslarının yerine soykırımlar, işkenceler, sürgünler, hırsızlıklar ve daha birçok gerçekliğin yanına faşizmi de koyarak bir domino dizilimi oluşturdular ve yine teorinin genel açılımına uygun olarak, yüzyıl önce başlayan ve dominonun ilk taşına yani Türk devletinin kuruluşuna ilk darbeyi vuran ve vahşice bastırılan Kürt isyanının bütün taşları devireceğini göremediler, gördükleri tek şey: sömürgeleştirdikleri Kürt, Ermeni, Rum ve diğer halkların boğulduğu kan denizi, elde ettikleri ganimetler ve bunların arkasına kurdukları, “devlet” adını verdikleri en büyük domino taşının devrilmezliğini sanmaktı. Oysa Latin atasözüne kulak verselerdi göreceklerdi ama kendileri açısından haklılar, Kürt, Rum, Ermeni halkları yoksa Latin halkı niye olsun ki? Ne diyor Latin atasözü: “taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğidir”. İşte ilk isyan, daha sonraki isyanlar ve (isyan olmayan) toplumsal itirazların tetiklenmesini sağladı.
Elbette, karşımızdaki sömürgeci güç, sadece kaba kuvvete dayanan bir geleneğe sahip olmanın yanında bin yıldır ayakta kalıyorsa bir gerekçesi olmalı, nedir o gerekçe? Adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar olmayacağına göre, kurnazlık, ayak oyunları, tuzağa düşürmek, vaatlerle oyalamak ve sonuçta yine baskıyı yöntem aracı olarak kullanmak gerekçeye temel oluşturuyor. Kurdîstan’ın sömürgeleştirilmesinin ana karargahı görevini gören Türk devleti kendisinin dominonun son taşı olduğunu artık görebiliyor. Birbiri ardınca devrilen taşların kendisini de devireceğinin farkında, bunu engellemek için elindeki tüm olanakları değerlendirmeye çalışıyor.
Bu nedenle ABD, Rusya, AB, Ortadoğu ülkeleriyle yürüttüğü diplomatik temasların temel hedefi olarak yüzyıl önce yarım kalan ve devlet politikası olarak hafızalarında kalan Güney ve Güneybatı Kurdîstan’ın işgali belirlenmiştir. Engellemek adına bin yıllık politikaya devam ediyorlar. Ancak öylesine vurdumduymaz,ve kendilerine öylesine güveniyorlar ki, eskiden “barış gelecek, ortak vatanda yaşayacağız” gibi sözlerle vaatte bulundukları “ötekileştirilenlere”, şimdi tek kelime bile etmeden, isyanı içten bölmeye çalışıyorlar. Bizler de domino taşlarını devirmeye enerji harcamak yerine, “barışalım, ortak vatanda yaşayalım” diyerek tarihin akışını durdurmaya çalışıyoruz. “Vatanın ortaklaşalığı” kavramı bile tüm mücadeleyi boşa çıkaracak ölçüde önümüzde duruyor. “Sömürgeleştirilen” bir “vatan” nasıl “ortak” olabilir ki? Bir an için inandırıcı bulalım ve soralım: “Türk devletinin yönetim kadrosundan resmi bir açıklama yapıldı mı: hangi yasalar değişecek, nasıl bir yönetim oluşturulacak, geçmişte yapılan soykırımların hesabı verilecek”….
Daha dün Zaxo’da bombalarla insanları paramparça edip utanmazca açıklama yaptılar: “biz yapmadık, kınıyoruz”. Dünyanın neredeyse her ülkesini ziyaret edip, 21. yüzyılın yeni Kürt soykırımını yapmak için destek istiyorlar. Rojava’ya saldırı için son hızla askeri hazırlıkları bitirmeye çalışıyorlar. Bakmayalım, ülke yöneticilerinin “Suriye’de bir askeri harekat doğru değildir” türünden yaptıkları açıklamalara, Efrin işgal edildiğinde ne yaptılar ki, şimdi yapsınlar. Tam tersi suskunlukla karşıladılar. Kuzey Kurdîstan’da oluşacak tepkiyi “demokrasi, barış” umutlarıyla diri tutuyorlar, garip olanı ise bu açıklamalar ve umutlar kendi cephemizden yapılıyor. Hak mücadelesi, düşmanın karşısında taviz vererek değil, taleplerde ısrarcı olunarak yürütülür. En nesnel gerçeklik olarak bilinmesi gerekir ki, Türk devleti asla ama asla Kürt siyasal çizgisine iktidar ortağı olmanın önünü açmak bir yana, kendi düzenini sarsacak hiçbir çizgiye bu hakkı tanımaz. İstenildiği kadar mezar gezilsin, kahvaltıya gidilsin, “aman devlet yıkılıyor demokrasiyle kurtaralım” denilsin.
Domino taşlarının ilk sırasındakine fiske vurulup devrilmesi iradesi ne kadar doğru bir karar ve doğru bir eylemse, şimdi taşların arasına set çekip devrilmelerinin engellenmeye çalışılması da o derece yanlış bir karardır. Devrilen taşların her birinin bu devletin yasalarını ve uygulayıcılarını temsil ettiğini biliyoruz, bırakın devrilsin. Sömürgeci faşist devletin kurtulmasını istemek bizim işimiz değildir, olmamalıdır da. Kendi halkının da durumdan memnun olduğu, sorun olarak kendinden başka herkesi gördükleri gerçeğini akıldan çıkarmamak gerekir. Daha açık bir tanımla: kosullar bir devrime götürüyorsa, yürüyelim. Kaybedeceğimiz nedir, sömürgeciliğin sağlayacağı statükolar mı? Elimizin tersiyle itip bir kenara atalım.
Domino taşları devrilsin diye binlerce insan toprağa düştü, bedeninden parça yitirdi, işkenceler, zindanlar, sürgünler yaşadı. Hayatlarımız işgal edildi. Bunları görmezden gelecek hiçbir güç yoktur. Talep insanca yaşamak içindi, üzerimize ara vermeden inen sopanın kırılması içindi, yoksa arada nefes almamız için değildi.
Bir kez devrilmeye başladı domino taşları, devrilecek de. Araya giren arada kalacak…