Ali Engin Yurtsever: Egemenliğin İktidarı mı, İktidarın Egemenliği mi?

Yazarlar

 

             Gerek bireysel hayatımızda, gerekse siyasal literatürde kullandığımız bazı kavramların altını doldurmadan, bize empoze edilen, ezberimize girmiş ve farkında olmadan doğallıkla kullandığımız kavramlar olduğunu kabul etmemiz gerekir. Örneğin bir yandan “faşist diktatörlük, tek adam rejimi, otokratik bir yönetim, sömürgecilik veya işgalci devlet” gibi kavramlar kullanıp, diğer yandan bu tanımlamalardan farklı olarak bir “demokrasi” kurulumunu dile getirebiliyoruz. Oysa daha tanımlarken birbiriyle bağıntılı olsa bile politik açıdan farklı mücadele perspektifi gerektiren tanımlar içeren böyle yönetim şekillerine karşı çok ayrı bir tutum takınılması gerekir.

Örneğin bir ülkede, bir devlette demokrasiyi kurmak bile farklıdır. Demokratik kurallar içeren bir anayasayı hazırlayıp, bunun altında yasalar ve genelgelerle bir ülke yönetilebilir ama demokratik kuralların yerleşmesi öyle “efendiler, yarın cumhuriyet ilan edeceğiz” der gibi olmuyor. Kuşaklara dayanan bir yaşam kültürü, üretim güçlerine dayanan üretim ilişkileri gerektiriyor. Başka bir örnek verecek olursak, sömürgeciliğin veya faşist diktatörlüğün olduğu bir yerde, legal çalışma olanakları sonuna kadar kullanılır ama legal çalışma mücadelenin merkezine oturtulmaz. Temel mücadele yöntemi karşıdaki gücün kullandığı şiddet yöntemidir.  Aradaki farklılık: karşıdaki gücün kullandığı gayri insani ve gayri ahlaki yöntemlere göz ucuyla bakılmaz bile. Çünkü bir toplumsal yapıya veya bir halka yaşanabilir bir hayat vaad ediliyorsa, bu hayatı kurarken mücadele yöntemleri de gelecek toplumsallığa ilişkin örnekler içermelidir.

        Siyasal literatürde genel anlamda güç ifadesi olarak “iktidar” kavramını kullanıyoruz. Ancak iktidarın bir toplumsallığa veya bir halka hükmetme gücünün kaynağını aldığı yeri de unutmamamız gerekiyor, çünkü iktidarlar değişir ama gücün alındığı kaynak kolay kolay değişmez. Bir iktidara hükmetme gücünü veren ‘egemenlik’tir. Bu nedenle egemen olamayan bir İktidarın gücü, bıçağın sırtında yürümek gibidir. Iktidar olan gücün gözünü egemenliğe dikmesi, egemenliğin içerdiği yasama, yürütme ve yargılama gibi eylemlilikleri ele geçirmeye çalışması bu yüzdendir. Çünkü bir iktidar dayandığı, üzerinde yükseldiği zemine yani halka (özünde sınıfsal yapıya) vaad ettiği hayatı yaşatması ancak böyle gerçekleşecektir.

      Günümüz iktidarlarının ülkeler arasındaki pratikleri bu yüzden farklılık göstermektedir. Uzun yıllara dayanan ve yerleşmiş yazılı veya yazısız kurallara sahip olan egemenlik bu kuralları bozmayacak iktidarların geçici yönetimine izin verir ve iktidar değişimleri kan dökerek gerçekleşmez. Bizlere “demokratik kurallara dayalı yönetim” İktidarı olarak sunulan, özünde kapitalist yasaların çelik disiplini altında yönetilen Avrupa devletlerinde başa gelen iktidarların egemenliği ele geçirme mücadelesine girişmemeleri bu nedenden kaynaklanır. Ancak coğrafyamızda iktidarlar gözünü egemenliğe dikerler. Çünkü yazısız kurallar hemen hemen yok gibidir, yazılı olanlar ise her an değişmeye hazırdır. Çünkü toplumsal yapılar bir bütünlük içermez, sınıfsal değişkenliklere ve iktidarların egemenlikle bütünleşmesine veya değiştirmesine alışkındırlar.

    Türk devleti Osmanlı Imparatorlugu’nun çöküşünün ardından yeni bir devlet olarak ortaya çıkmadı. Yeni bir toplumsal egemenlik ve iktidarı oluşturmadı. Ağırlıkla eskinin bürokratlarının oluşturduğu askeri bir yapının bir takım düzenlemeler yapıp adına da “cumhuriyet” dediği bir tür “cilalanmış” bir anlayışla ortaya çıktı. Yani egemenlik kendinden ayrı düşünmeyen iktidarların oluşumuyla devam etti. Padişahın yerini padişahın gücüne özenen ama kısmen elde edilen gücü kullanan liderler aldı. Ancak Erdoğan’la birlikte bu devlet egemenliğinin gücünün de eskisi gibi olmadığını, iktidarın; egemenliğe göz dikerek, egemenliğin gerektirdiği yasama, yürütme ve yargıyı (herşeyiyle birlikte olmasa bile) ele geçirme dışında toplumsal yapının değişimine de yöneldiğini görüyoruz. Taban desteği az olan ama bilinen “devrim” anlayışından ayrı, tavandan tabana bir “devrim” dayatması gerçekliği inkar edilmez. Üretim ilişkileri yerine sadece sosyal ve siyasal bir devrim anlayışı elbette tartışmaya açıktır.

Böylelikle yeni diye söylenen ama aslında revize edilmiş, ve 1923 tarihiyle egemenliği elinden alınmış ve bu tarihle hesaplaşmaya girişmiş bir iktidarın egemenliğini dayatmasını görüyoruz. Ortadoğu’nun devletleri ve sınırları değişiyor. Yüzyıllık yönetimler köhnedi, artık kendini taşıyamıyor. Bu bağlamda köhnemiş Türk devletinin “demokratik bir restorasyonu” mümkün değildir. Tekçi bir yönetim anlayışının kendi kendini iradi bir şekilde fesh etmesi rasyonel bir tutum değildir, bu nedenle direnmeye, direnirken de bu değişime öncülük eden ne varsa saldırmaya yönelmiştir.

      1923 sınırlarının değişim mücadelesi sadece Lozan’da ülkesi parçalanan Kürtlerin verdiği bir mücadele değil, aynı zamanda, yeni egemenliğe namzet olan Erdoğan’ın da verdiği bir mücadeledir. Çünkü hem islam aleminin yeni halifesi olmak arzusunun, hem de gerek Lozan’da kurulan yeni devletin, gerekse eski imparatorluğun toprağı kabul edilen Musul, Kerkük gibi Kurdistan yerleşim alanlarının yeni halifenin egemenliği ve iktidarı altında yer almasının değişim mücadelesidir bu.

     Kürtlerin bu kanlı coğrafyada ve bu kanlı mücadelede var olmak için Türk devletinin egemenliğini ve iktidarlarını tanıyarak demokrasi kurmaya çalışması, sadece ve sadece kendi sonunu hazırlamanın yolunu açar. Çünkü bir mücadelenin temel amacı egemenlik ve iktidara yönelmek olmalıdır. Bugün Kürtler arasında bir iç savaş noktasına gelen sorunun bir bölümü de bu amaçla yürütülen bir mücadelenin sonucudur.

     Sömürgeci devletlerin ve destekçilerinin Kürtleri kendi belirledikleri “terör” bağlamında tutmak istemeleri bu yüzdendir. Bir egemenliğe ve iktidara sahip olamayıp, Kürdistan dağlarında katledilen çocuklarının ardından umutsuz bir geleceğe yürümelerini istemeleri bu yüzdendir.

      Binlerce yıldır aynı toprak parçasında, bir tarihselliğe, bir kültüre ve bir toplumsallığa dayanan bir hayatı yaşıyoruz. Bu hayatın egemenliği, iktidarı ve demokrasisi de bizim olmalıdır.

İlginizi Çekebilir

Behice Feride Demir: Partilerin Partisi
Avrupa’da en çok cinayet Türkiye’de işleniyor

Öne Çıkanlar