Ali Engin Yurtsever: Erdoğan Gücünü Nereden Alıyor?

Yazarlar

 Görünür olgular değerlendirildiğinde, Erdoğan iktidarının yönetimindeki Türk devletinin çökmesi ve kendisiyle birlikte avanelerinin ya kaçması, ya öfkeli kitleler tarafından canlarının alınması, ya da en iyi ihtimalle yargılanıp geri kalan ömürlerini bir hücrede geçirmeleri gerekiyor. Ancak, hayat artık bir atasözü haline gelmiş, “burası Türkiye abicim, burda olmaz, olmaz”, diye tanımlayabileceğimiz bir şekilde yaşandığı için, yukarıdaki seçeneklerin hiçbiri-en azından şimdilik- gerçekleşmiyor, gerçekleşmesi de uzak bir olasılık.

     Nesnel koşullar değerlendirildiğinde, ekonomik çöküntünün kitleler tarafından derinliğine yaşanmasına rağmen gerek dışardan Türk ekonomisine sokulan kara paralar, gerek türlü hilelerle baskılanan döviz karşılıkları, gerekse de artık gri listede olmanın verdiği rahatlık ve kapitalist ekonomi kurallarını ters yüz etmek gibi politikalarla freni patlamış kamyon gibi hızla uçuruma sürüklenen bir ülkede: toplumsal yığınların kendi hayatlarını böylesine ters yüz eden, toplumsal ahlaktan başlayarak, bütün düzeni yerle bir eden bir iktidarı politik yöntemleri kullanarak devirmesi gerekiyor ama “burası Türkiye”. Başta Erdoğan olmak üzere bir çete örgütlenmesine dönüşen dar bir yönetim kadrosunun halkın cebinden çaldıkları ekonomik değerlere doymamaları ve bunun da göz önünde yapılması artık haber değeri bile taşımıyor.

     Yaşanan depremin ağır tablosuna bakan ve insan onurunu zerre kadar taşıyan bir vicdanin iktidara yönelmesi gerekirken “yara sarmak, yardım beklemek” gibi (doğru bir eylem ama sadece bununla sınırlı kalmaması gereken)  faaliyetler içinde olması bizi “nerde bir eksiklik varki, kitleler ayağa kalkmıyor?” sorusuna yanıt aramaya zorunlu kılıyor. Daha geri toplumsal üretim ilişkileri taşıdığı düşünülen ülkelerde, bırakalım bu felaket zincirini, temel ihtiyaç maddesi olan ekmeğe bile yapılan küçük bir zamda kitlelerin ayağa kalkıp tac ile tahtı bir yana savurduklarını gördük. Ancak Türk halkı “ebed devletim” diye yaşadığı için belki de bu nedenle onurunun çiğnenmesine sesini çıkarmıyor.

    Depremde hayatını kaybedenlerin sayısının açıklanandan çok daha fazla olduğunu biliyoruz. Gerçek sayının yüz binden fazla can kaybıyla adlandırıldığını herkes biliyor. Yaralananlar, birikimlerini kaybedenler, neredeyse haritadan silinen yerleşim yerleri ve bu durumdan etkilenen insan sayısı akıl almaz bir büyüklüğü gösteriyor. Bizler “can” kaybettik diye feryat ederken, iktidar ve tabanı “rakam” olarak adlandırıyorlar. Bir sene içinde ev yapacaklarmış, herkese biraz para vereceklermiş. Onlar için hayatlarımızı kaybetmemizin karşılığı birkaç kuruş sadaka. Herşey Allah’tan olduğu için, felaket bölümünü Allah yapmış oluyor, verdikleri sadaka ise kendilerine cennete gidiş bileti görevi görüyor.

    Peki, bu tepkisizlik neden, insanlar hayatlarının dağıtılmasını neden ilgisiz bir tavırla izliyorlar? Politikayla doğrudan ilgilenmeyen bireylerin, bu ilgisizliğini besleyen korkular, kaygılar anlaşılabilir ancak örgütlü tabana sahip oluşumların yetersizliğini nasıl yorumlamalıyız? Depremden etkilenen insanlara yardım yapılması elbette olması gereken bir davranıştır ancak deprem veya başka felaketlerle dağıtılan yaşamlara sadece yardım ederek, bir sonraki felaketi beklemek sorunun kaynağına yönelmek değil, sonuca bakıp “niye böyle oluyorki’ diye düşünmekten başka birşey değildir. Daha sonra da “iktidar yardımlara engel oluyor” diye şikayet etmenin anlamı; “biz politika üretemiyoruz, ürettiğimiz politika da sonuca yönelik değil. İktidarı karşımıza almaktan korkuyoruz, tek yapabildiğimiz çaresizce sızlanmak”. On binlerce insan hayatinı kaybetmiş, ne yapacak iktidar, ne yapacak, bir bu kadar canı daha mı alacak, yoksa hapishanelere mi atacak, ne yapacak? Savaşın aralıksız sürdüğü, kimyasal ve ağır silahlarla canları alınan Kurdistan Özgürlük Hareketi savaşçıları sızlanmayıp, devlet ve iktidarı karşılarına aldıkları için bedel ödüyorlar, sızlandıkları için değil.

    Destekliyoruz, görev alıyoruz, ödediğimiz bedelleri dile bile getirmiyoruz. Işkenceler, zindanlar, sürgünler en yakın yoldaşımız oldu neredeyse. Canlarını en önde ölüme sürenlerden başlayarak tek tek veya toplumsal olarak basit bir şey istiyoruz: her türlü ekonomik-politik baskıdan bağımsız olarak insanca yaşamak. Kimliğimiz, toprağımız, onurumuz çiğnenmeden yaşamak istiyoruz. Herhangi sömürgeci bir gücün altında değil, ortaklığında değil, kendi kendimizin yönetimi altında yaşamak istiyoruz. Son derece basit, son derece anlaşılır bir istek bu.

     Erdoğan gücünü korkaklığın yarattığı korku ikliminden alıyor. Vantrolog görevini gören “muhalefet” partilerinden alıyor. Dünyanın neresinde olursa olsun: değil iktidarı, devleti yıkacak kadar öfkeyle dolu ezilenlerin sesi olmayı beceremeyen, o öfkeyi yumuşatmayı politika sanan ve hesap sormayı sandığa odaklayan partilerden alıyor. Bu nedenle OHAL ilan ediliyor, bu nedenle yardımlar engelleniyor, bu nedenle onurumuz çiğnenmeye çalışılıyor.

     Bir toplumu gerçekleşebilir bir hayat için umut vererek ayağa kaldıran örgütlülük, o toplumdan sonsuza kadar destek alamaz, istese de alamaz. Artan sorunlarının çözümsüz kaldığını gören, daha fazla baskı, daha fazla acı çeken toplumlar bir şekilde kendi göbek bağını keserler. Çünkü kendi politik kurgularına gerçekliği uydurmaya çalışmak, bir süre hayata yön çizebilir ama gerçeklik, hiç beklenmeyen bir anda tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar.

     Dönemsel olarak Erdoğan şahsında cisimlenen Türk devleti ne demokrasiye inanır, ne de kendisinden başka herkesi ezmekten vazgeçer. Karşılarına çıkıp, diktatörlüğü yerle bir etmek için şikayet değil, daha başka şeyler gerekiyor. Mesela, uzlaşmamak, mesela medet ummamak, mesela isyan etmek gibi…

İlginizi Çekebilir

Müslüm Yücel: Kiralık ev mafyası
Hakan Tahmaz: Deprem, muhalefeti bekleyen sorumluluk

Öne Çıkanlar