Ali Engin Yurtsever: Faşizmin Yeniden Yükselişi

Yazarlar

       “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak”. Lois Bonaparte’nin 18 Brumaire’i kitabında K. Marx böyle yazar.

       Faşizmin üniformalı halinin 1920’li yıllarda İtalya’da başlayıp, Ispanya, Almanya, Portekiz başta olmak üzere dünyanın bütün kıtalarında ve askeri darbeler yoluyla oluşturduğu kişilik ve yönetimlerle otoriter, ulusal ve siyasi bir ideolojiyi temsilen bir liderin önderliğinde totaliter bir devlet yapısının güçlü bir etnik ve ulusal birliği sağlayarak milyonlarca insanı diğerlerinden üstün olduğuna inandırarak hayatını değiştirmesi ve sonuçta yaraları halen sarılmaya devam edilen ağır bir savaşın etkisinden kurtulmaya çalışmasının üzerinden 75 sene geçmesine rağmen devam eden faşizmin 1945 yılında bitmediğini biliyoruz. Umberto Eco’nun dediği gibi “21. yüzyıl insanının en büyük yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır”. Faşizm devam ediyor ve üstelik daha da kitleselleşerek, yaygınlaşarak ve daha da genis bir tabana yayılarak uzun süre kalıcılığını devam ettirecek şekilde devam ediyor.

       İkinci emperyalist savaşımdan sonra görece demokratik, insan haklarına saygılı, üretilen toplumsal zenginliğin sınıflara adilane dağıtıldığı, dünya genelinde, bir düzen oluşturulduğu, ırkçılık ve ayrımcılığın ortadan kaldırıldığı egemenler tarafından ilan edilmesine edilmişti ama gerçeklik çok başkaydı. Kapitalistlerin doymayan kar hırsı, silahlanma yarışının hızlanmasına emekçilerin üzerinden elde edilen artı değerin yükselmesine yol açmaya devam ediyordu.

    Faşizmin bir toplumda teorik zemin oluşturma çabası sıradan ve kabul edilebilir gibi görünen, kimi zaman da bu davranışların alay konusu olmasıyla başlar. Örneğin maçoluk, sert erkek, vatan, millet ve din sevdalısı bireylerin kültürel olarak geçmişin bazı değer yargılarının da dayanak olduğu bir kültürel kodlama birer kilometre taşı görevi görür. Toplumda bilgiyi arama, bilgiye dayalı tartışma, hoşgörü ve ötekini kabul görme yerine tartışılması abes sayılan, kesinleşmiş doğruların hakimiyeti, önceliği belirler. Çölleşmeye başlayan hayat artık bir “büyük birader” ve kadrosu tarafından belirlenen çizgilere hapsedilmiş bir şekle dönüşür. Bu küçük adımlar “zaten yaşadığımız bundan başka nedir ki?” cümlelerine zincirlenmiş kabul görmenin onayı haline dönüşür. Köklerini toplumun oluşum sürecinden alan kemikleşmiş değer yargıları şefe tapmak, ezikliğini bir başkasından çıkarmak, mazlumluktan zalimliğe daha hızlı ve daha gaddar olarak geçmek, aile içi şiddetin varlığı ve bu davranışların meşru görülmesi kültürel bir zemin olarak faşizmin oluşmasına hizmet eder. Toplumu oluşturan farklı bireyler gittikçe sistemli, birleşik davranışlara sahip, tek ses, tek çıkar, tek korkuya teslim olmuş bir yığın haline getirir. Bu yığınlar kendilerini ifade edecek bir sese sahiptirler artık. Pençesine düşülen yoksulluğun nedeni “öteki”dir. Biraz sabredildiği ölçüde gelecek yıllarda güneş hic doğmadığı gibi doğacak ve hiç batmayacaktır.

    Faşizm genelde sanıldığı gibi felsefik bir temelden yoksun, sadece zora dayalı bir i̇deolojik hareket değildir. Birey-devlet ilişkisinin sağlam bir şekilde örüldüğü, toprağın ve vatanın üstünlüğü ile ulusal kimliğin dünyanın en üstün kimliği ile donatılmış ırktan doğduğu düşüncesi ana temel olarak belirir. Kanun koyucunun olmadığı yerde kanun: bizzat kitlelerdir. Kültürel alt yapıyı hazırlamış olmaları onları aynı zamanda hak sahibi konumuna da yükseltir. Çünkü lider onların sesidir, devlet onlardır.

       Şaşırtıcı olan taraf ise, faşizme karşı mücadelede çoğunlukla muhalefet de bir liderin etrafında birleşerek ve benzer argümanları kullanarak kendini somutlaştırır. Bir başka anlatımla çıplak demir yumruk yerini kadife eldiven giyen yumruğun yerine bırakır.

    Toplumsal koşulların kötüleştiği, kitlelerin hızla yoksullaştığı ve hükümeti elinde tutan gücün iktidardan yoksun olarak güçsüzleştiği koşulların birlikteliği yaşamından utanan ama dile getirmek yerine baskılayan, geçmişteki ulusal yenilgilerin intikamını almak için kendilerini bir araya getiren bir sese ihtiyaç duyarlar. Ve o ses aynı zamanda kitlelere içinde bulundukları yoksulluktan kurtulacaklarını da müjdeler. Düşman kavramı henüz netleşmemiştir. Belirli belirsiz dile getirilen ve düşman kavramının içine sokulan kimlik, inanç gibi tanımlar genel bir havada yansıtılır. Örneğin “benim Kürt arkadaşlarım var, ne ırkçılığı?” diye başlayan anlatım ileriki süreçlerde “sen de Kürt değil misin, mutlaka ‘ihanet’ edeceksin” hükmüyle son bulur. Bu son bulma, artık devleti ve milletiyle birleşmiş, toplumsal histerinin doruğudur.

   Gündelik sorunlarından “ötekileri” baskılayarak uzaklaşan toplumsal birlikteliğe sahip “tek”çilik, koşulları kötüleştikçe önce baskıladığı “öteki”lerin gerekçe olmadığını anladığında içine kapanır. İtiraz edecek sese sahip değildir artık. Bunun altında iki neden yatar: birincisi, geçmişte uyguladığı şiddet sarmalının kendisine de yöneleceğini bilmesi, ikincisi ise itiraz edecek yeterli yeni bir i̇deolojik teorik ve pratik birikime sahip olmamasıdır.

    Dünya ikinci emperyalist Savaşı’nın ve askeri darbeler aracılığıyla gelen faşist liderleri ardında bıraktı. Şimdi yenileri sahneye çıktı. Trajikomik olarak denilebilir ki; ilk dönem faşistleri şimdikilerden daha birikimliydi. İdeolojik donanıma sahiptiler. Şimdikiler ideolojiden habersiz, zekadan yoksun ve pespaye bir görüntü çiziyorlar. Örneğin bir Mussolini veya Hitler ile Erdoğan’ı kıyaslamak zordur. Salazar hukuk fakultesi mezunuydu, diploması vardı.

    Gerekli toplumsal yapıyı sağlamış olarak yükselen faşizmin elinde tuttuğu iktidarı kanlı bir mücadeleden sonra ancak bırakacağını söylemek kehanet değil, gerçeğin tekrar ifadesidir.

Ancak sorun biraz da mücadele yönteminde somutlaşıyor. Eğer bir faşizm ve diktatörlük tahlili yapıyorsak, sömürgeleştirilmiş bir ülke, bir tarih ve bir kültürden yola çıkıyorsak, öyleyse demokratik mücadelenin hangi yöntemini kullanarak faşizmi ve diktatörlüğü “iktidarını” paylaşmaya ikna edeceğiz? Böyle bir mücadele tarzı ve zaferi mümkün mü, gerçekleşme şansı olabilir mi?  Yoksa zorunluluğumuz savaşmak mı? Elbette, tercihten de öte bir durum bu.

    Hitler, Franco, Mussolini, Salazar ve benzerleri trajediydi, Erdoğan, Putin, Orban gibileri ise ancak komedi olarak yer alıyorlar.

   Önümüzde bizi bekleyen bir savaş var. Demokratik adımlarla çözüm gelmeyecek. Gerek devletlerin, gerekse örgütlerin silahlanması bunlardan da öte hayatın kendisini ezilenlerin ancak savaşarak kurtuluşa ulaşabileceğini bize öğretti. Hem trajediden, hem de komediden ayrı olarak…

 

İlginizi Çekebilir

Behice Feride Demir: Şivan Perwer
Baro Başkanı Eren’i ölümle tehdit eden Haral’a 4 yıla kadar hapis istemi

Öne Çıkanlar