Zulmün karanlık bir örtü, korkunun dağlar gibi biriktiği, toplumsal yapının yılgınlık ve kuşatılmışlık duygusunu kendi üstüne örterek pasifizme kaydığı zamanlar vardır. Böyle zamanlarda halk veya toplumsal yapı bütünlük içinde, sanki anlaşmış gibi denizin dalgalarına benzer bir şekilde geriye çekilirler. Belirli belirsiz, bireysel veya örgütlü yapılar içinden çıkan itiraz sesleri faşist veya baskıcı yönetimler tarafından susturulmaya çalışılır. Çünkü tecrübelerden bilinirki o itiraz sesleri susturulmazsa dalga dalga yayılarak toplumsallığın bütününü kapsar. Bu nedenle “devlet ve ideolojik aygıtları” olanca güçleriyle çıkan o itiraz seslerini susturmaya çalışırlar.
Herşeyin doğal kabul edildiği, baskının olağanlaştığı zamanların içinde, toplumların sıçrama noktaları da vardır. Öyleki, bazen yıllar boyunca hareketsiz kaldığı sanılan toplumlar, mayaladıkları öfkeyi, sıradan ve basit görünen bir nedenden dolayı bir anda enerjiye çevirirler ve bir sel gibi akarak önlerine çıkan herşeyi ayaklarının altına alarak ezip geçerler. Yıllara yayılacak bir değişim haftalar veya günler içine sığarak tarihin akışını değiştirir. Bir sıçrama noktası önce eski toplumsal alışkanlıkları yıkar, sonra da yeni toplumsal ilişkileri kurar.
Sömürgeci Türk devletinin Kürtlere karşı yürüttüğü savaşta neredeyse dünyanın açık veya kapalı olarak desteğini almasına, Bakur, Başur, Rojhilat ve Rojava’ya politik ve askeri olarak bütün gücüyle saldırmasına rağmen istediği sonucu almak bir yana bozguna dönüşen devlet yapısının sadece bu savaştan değil, yapısallığında olan yanlışlığından kaynaklı olarak da çöküşe gittiği konusunda, halkının, aydınlarının ve devlet görevlilerinin hatta dünya genelinde izleyen insanlarının da hemfikir olduğu kabul edilen bir olgudur. Elbette bir kehanet olarak değil, verileri inceleyerek ulaşılan bu çöküşün yıllardır bir çok çevre tarafından da dile getirdiği biliniyor ancak sürekli olarak sorulan “öyleyse niye çökmüyor?” sorusuna kısaca yanıt vermek gerekir.
Devletlerin çöküşü: bir yaprağın dalından kopması gibi hemen gerçekleşen bir olay değildir. Alt ve üst yapı ilişkilerinin yenilenmemesi ve geleceğin önünde duvar gibi yükselmesiyle başlar. Ekonomik-politik çöküntü son tahlilde ahlak başta olmak üzere toplumun genelini kapsar ve ne yasalar ne de başka bir şey barbarlığa giden yolun kapatılmasını engelleyebilir. Geriye sadece bir büyük yangına dönüşecek kıvılcımın tutuşması kalmıştır.
Ağırlıklı olarak Kuzey ve Güney Kurdîstan bölgelerinde işgalci ve sömürgeci karakterini dayatan Türk devletinin, toplumsal yığınları susturduğunu sanarak ve gücünü askeri alana yığarak, büyük ve sonuç almaya yönelik savaşa kalkışmasının yarattığı korku duvarı önce Güney Kurdîstan’da dönemsel olarak başlayan Türk askeri üslerine yönelik kitlesel protesto gösterileriyle darbe aldı, sonra Kuzey’de kendini gösteren sayıca az ama nitelikte büyük gösterilerle sarsılmaya başladı.
Ancak korku duvarının yıkılması, kitlelerin daha büyük sıçramaya kalkışacağının işareti Gemlik yürüyüşüyle netleşti. Bir halk bunca ağır baskının altındayken, kitlesel olarak hem kendi ülkesinde hem de sömürgecinin ülkesinde böyle bir eyleme kalkışıyorsa bir sonraki eylemde göstereceği tavrı netleştirmiş demektir. Bu eylemden çıkan sonuçlar göstermektedir ki, Kürt halkı doğru bir çizgide, doğru bir hedefle ayağa kalkıp, tarihin sıçramasını yapabilecek niteliktedir. Toplumsal korku bir zehrin verilmesi gibidir: dozu kaçırıldığında zehir etkisini yitirir. Bu nedenle toplumsal eylemler, korku zehrini etkisiz hale getirir.
Süreç siyasal mücadelenin geri plana düşeceğini, öz savunmanın askeri yönünün öne çıkacağını göstermektedir. Toplumsal yapının ikilemden kurtulması mücadelenin geleceği açısından da önemlidir. Türk devletinin yönetimi anlamında olası bir erken seçim veya gelecek yıl yapılması beklenen genel seçimlerin sihirli bir değnek gibi sunulması yüzyıllık tekrarı yaşamak demektir. AKP-MHP yönetiminin devrilmesinin (yerine kim gelirse gelsin) bizler açısından zulmü uygulayan aktörlerin değişmesinden başka bir anlamı yoktur. Elbette siyasla mücadele yolları kapatılmamalıdır, ancak çözüme giden tek ve gerçek yol diye sunulması, kitlelere kabul ettirilmesi ileride yaşanacak kitleyle bağların kopuşunun tehlikesini icermektedir.
Nesnel gerçeklik bizi bir yol ayrımına götürüyor. Tercihten öte bir zorunluluk karşımızda duruyor. Ya sömürgeci devletlerin bizi bir kere daha soykırıma uğratma kararı almış ve uygulamaya koymuş oldukları gerçeğini görerek kendi yolumuzu çizmemiz gerektiğini ya da bir kez daha bu devletlerin kendi idari yapılarında bizi tanıyıp, bazı haklar vereceğini umut ederek mücadeleye, siyasallaşmayı öne çıkararak devam etmemiz gerekiyor. Kurdîstan Özgürlük Hareketi, bize soykırımın dayatıldığını, her alanda direnmemiz gerektiğini defalarca açıkladı. Kafa karışıklığına yer vermeyecek bir biçimde hem de.
Toplumsallaşan bir direniş hareketinin mücadele cizgisi, bize şunu hatırlatıyor: “Hic Rhodus hic salta” (Burada Rodos, burada atla)…