İnsanın insan, doğa ve hayatla kurduğu ilişki biçimi nedense çoğunlukla gerçeklikten uzaklaşıp hayallere dayanıyor. Çünkü gerçek dünyayla ilişki kurmak kimi zaman bir olgunluğa, kimi zaman ihtiyaca, kimi zaman da gerçekliğin kendisini dayatmasıyla meydana geliyor. Gerçekliğin dış dünyayı gerçekçi biçimde yorumlayarak ve buna uygun adım atarak hayatı daha yaşanabilir bir şekilde bize sunmasına rağmen, yine de gerçeklikle ilişkimizi kurmada zorlanıyoruz. Bireylerin kendi hayatları için hayallere dayanarak bir gelecek beklentisi içine girmesinin karşısında oluşan kayıp en fazla kendisi ve geniş olmayan bir çevreyi kapsar. Bu hayallerin sonunda ödenecek bedel de genelde kendi tarihlerini belirler.
Ancak halkların veya toplumsal kitlelerin önderleri veya halklar ya da toplumsal kitlelerin bütünü kapsayan niceliksel çoğunluğunun kurduğu hayallerin gerçeklikten kopuk olarak bir tarih yazımının öznesi olmaları bütünüyle felakete giden yolun yolculuğudur. Bu nedenle ne önderlerin, ne partilerin, ne de bunların yerini dolduran başka bir şeyin hayale kapılma seçeneği yoktur. Teorinin doyumsuz güzelliği zorlukların olmadığı bir hayatın kapısını aralıyor ama kapının diğer tarafında bekleyen gerçeklik, namlusundaki tek kurşunla teoriyi kalbinden vurmak üzere hazırlığını çoktan yapmış bulunuyor.
Tartışılmasına gerek duyulmayan şu gerçekliğin üzerinde bir konsensüs oluştu: İçinde bulunduğumuz bu yıl gerek Kürtlerin, gerek Türklerin, gerekse de Ortadoğu’da bazı ülkelerin devlet yönetiminin ve sınırlarının değişeceği ve kaderlerinin belirleneceği bir süreç olduğudur. Ortadoğu’nun geçen yüzyılda emperyalist devletler tarafından paylaşılmasının tarihselliği miadini doldurdu. Şimdi yeniden bir paylaşım süreci daha doğrusu savaşı önümüzde duruyor. Mali servetlerini daha fazla büyütebilmek için kan gölüne çevirdikleri coğrafyamızda şimdi kendilerine rakip olarak çıkan başka devletler ve vuruldukları zincirleri parçalamak için mücadele eden halkların savaşımının da önümüzde durduğu kanlı bir sürecin içindeyiz.
Bu büyük ve yeniden paylaşım sürecinde bizler yani Kürtler kendi tarihimizin bir öznesi ve en belirgin ulus olarak tam ortada duruyoruz. Her ne olacaksa içinde biz olmadan olmayacak. Ya sunak taşına yatırılacağız, ya da hayat bir bayram havasına bürünecek. Kesin olarak bilmemiz gerekiyorki, onlarca siyasi seçeneğin masalara yatırıldığı bir dönem bu. Büyük bedeller karşılığında elde ettiğimiz kazanımlarımızı kaybetmek gibi bir kötü tablo da seçenekler arasında. Hiç kimse “eski devir değil, kimse bir soykırımdan geçirip bizi yok edemez” diye temel politikasını bu düşüncenin üzerine kurmasın. Çıkarların söz konusu olduğu politikada her an bir soykırım gerçekleşebilir. Son 30 yıla bakacak olursak toplu katliamların veya soykırımların Ruanda başta olmak üzere bir çok örneğini görürüz. Efrin’de olanlar nedir, demografik yapıyı degistirmek için neler yapıldı? Veya soykırım denilince sadece bir gecede bütün bir halkın bir anda yok edileceğini mi anlıyoruz?. Bunun dışında bir halkın yurdundan sürülmesi, dili, kimliği, tarihi ve toprağı işgal edilip zamana yayılan bir planla yok edilmesinin karşılığı nedir?
Türk devletinin ekonomik ve toplumsal olarak çöktüğü gerçeği, bu devletin bir anda tarihten silinecek olması demek değildir. Erdoğan’ın ve (hedef birliğine vardığı) Kemalistlerin emperyal ve yeni Osmanlıcılık hayallerinin peşinde koşmasının emperyalist devletler açısından tek önemi vardır, o da: kendi paylarına el uzatmaması. Bunun dışında gerek DAİŞ örgütünün hamiliğini yapması, Kürtlere uyguladığı soykırım politikası veya bir ülkeyi hapishaneye çevirip neredeyse son kuruşuna kadar da soymaya azmetmesinin onlar açısından hicbir önemi bulunmuyor. Erdoğan oluşturduğu yeni hükümeti ile üniformasız ama savaşa odaklanan bir grup kurdu. Rojava bölgesine ağır silahların sevk edilmesi yıllardır süreklileşen ve kanıksanan bir durum haline dönüştü. Erdoğan ve ekibinin başka ülkelerin yöneticileriyle yaptıkları görüşmelere baktığımızda uygulamada olan “çöktürme” veya “Türk Tipi Sri Lanka” planının ekim 2023’e kadar sonucunu almaya çalışacağını ve bundan sonra da Türk devletinin kuruluşunun ikinci yüzyılına kuruluş ilkelerini revize ederek yeni bir devlet yapısı şeklinde, bir tür ılımlı islam cumhuriyeti olarak girmeyi hedeflediğini söylemek abartı olmaz. Öte yandan Suriye devletinin bugüne kadarki politik tavırlarını da iyi okumamız gerekiyor. Rojava özerk yönetimine karşı ilk günden beri aynı tutumu takındı: tanımamak ve hiçbir şey olmamış gibi, eski haline geri dönmek. Türk devletinin işgal ettiğin, cihatçı çeteleri örgütleyip gönderdiği ve kendisine ilan edilmemiş bir savaş başlatmasına rağmen Türk devletiyle bürokratik düzeyde başlayan görüşmeleri yakında devlet başkanları düzeyinde taşımayı kabullenmiştir. Bilinen deyimle: “Kürt anasını görmesin”…
Öyleyse, gerçeklik denilenin, bu olgunun, bu anlamda neyi işaret ettiği ortadadır. Türk devleti geniş bir alana yayılan bir savaşa hazırlanmakla beraber, gerçekleştireceği soykırıma ortak bulmak için diğer yandan da başka ülkelerle görüşmeler yapmaktadır. Her koşulda bir savaş kaçınılmazdır çünkü, ulusal ve sınıfsal çelişkiler savaş olmadan çözülmez, çözülmeyecek de. Tarihten bugüne hangi sömürgeci devlet, hangi burjuva sınıfı ele geçirdiği devleti ve toprağı kendi isteğiyle bırakıp gitmiş? Bu nedenle sorun Kurdistan sorunudur ve maalesef barış görüşmeleriyle çözülemeyecektir. Elbetteki kan dökülmeden çözüme ulaşmasını istmek gerekir ama bu isteğin karşılığı yok. Geçen zamanın bize öğrettiği tecrübe bunu doğruluyor. Öte yandan istisnasız olarak dünya devletlerinin ve halklarının tavırsız kaldığını görmeliyiz. Kürtler, kendi göbek bağlarını kendileri kesmek zorunda kalacaklar. Ancak zafere ulaşıldığında alkış seslerini duyacağız.
Önümüzde bir yol ayrımı bulunuyor. Ya Türk devletinin kesin bir savaşı dayattığını görüp hazırlanacağız, ya da vaktinin çok erken olduğu, toplumsal yapıların henüz kabul etmediği, Türk toplumsal yapısının da hiç kabul etmeyeceği çözümleri dayatacağız.
Gerçeklikle hayallerin son randevusu bizi bekliyor.