Hamas tarafından 7 ekim tarihinde İsrail’e karşı başlatılan askeri saldırı birçok yönüyle gündeme oturdu. Görünüşe göre İsrail tarafından beklenmeyen bu askeri baskın yüzlerce İsrailli sivilin öldürülmesiyle, (haklı olarak) dünyanın tepkisini çekti. İsrail’in başlattığı karşı saldırıda ise öldürülen siviller henüz gündeme gelmediği ve gelmeyeceği için verilmesi gereken tepki, benzer mücadeleleri yürütenler ve insan hakları örgütlerinin başını çektiği sivil toplum kuruluşlarından geldi. Henüz daha sıcağı sıcağına olduğu için yapılan tüm yorumların bir sure sonra geçerliliğini yitirmesi olasıdır. Tek gerçeklik; hangi taraftan olursa olsun sivillerin katledilmesinin yarattığı öfkenin evrenselliği ve niteliği ulusal/sınıfsal kurtuluş olan savaşlardır.
Adını Filistin’in bağımsızlığını savunan ve bunun için askeri mücadeleyi öne çıkarıp gerilla savaşı yürüten, daha sonra da İngilizler tarafından öldürülen İzzettin El-Kassam’dan alan Hamas’a bağlı askeri yapılanmanın uzun süreli hazırlığının bilinmemesinin doğurduğu soru isareti bir yana, saldırı sonrası İran tarafından yapılan açıklama ve Hamas’ın İran’a teşekkürü bu savaşın hangi sınırlara dayanacağını şimdiden bize göstermektedir. Muhtemelen İsrail önce Gazze’de hakimiyet ve başarı sağlamayı (sivil katliam ve ardından insansızlaştırmayı) hedefledikten sonra kapitalist dünyanın desteği ve baskısını da arkasına alarak İran’a (kısmi de olsa) yönelecektir. Bunun bölgesel olmayı aşıp, dünya devletlerinin de karışıp karışmayacağını zaman gösterecektir. Erdoğan’ın “yeni halife” adaylığını ve geçtiğimiz temmuz ayında Türk gümrüğünden çıkışı yapılarak Gazze’ye gönderilen ve İsrail gümrüğünde yakalanan alçı malzemelerinin içinde saklanan patlayıcı yapımında kullanılan 16 ton amonyum klorür maddesini de düşünecek olursak bu savaşın alt yapısının hazırlanmasında kimlerin katkısının olduğunu da görebiliriz. Daha sonra AB ülkeleri ve ABD tarafından yapılan İsrail’e destek açıklamaları, kimin hangi tarafta yer alacağını da bize gösteriyor.
Sınıfsal veya ulusal kurtuluş mücadeleleri bir anlam taşır, yaşanan zulümlerden kurtulup, i̇nsanın yabancılaşmayı ortadan kaldırıp her türlü ezilmeyi ve sömürüyü tarihin çöp sepetine atarak yani insanlaşarak yaşayacağı bir dünyanın gerçekleşmesi amacını içeren bir anlam taşır. Bu nedenle mücadele araçlarının da mücadelenin amacına uygun olması bir zorunluluk ve bilinçli bir tercihtir. Bu nedenle tarihe baktığımızda faşist ve sömürgeci yönetimlerin uyguladigi yöntemler dışında direnişçi mücadele yöntemleri ahlaki bir anlam da taşırlar. Siviller her zaman savaş dışı olarak görülür ve hedef değillerdir. Lafı hiç dolandırmadan yazmak gerekir: Hamas’ın sivilleri hedef alan bu saldırıları ne bir halkın kurtuluş savaşının yürütülmesinde haklılık oluşturur, ne de mücadelenin uygun bir aracıdır. Tek kelimeyle katliamdır. Böyle bir durumda tutacağımız tarafı belirlerken (bu tarafın elbette İsrail olmayacağını özünde hangi taraf? Sorusunun cevabını da unutmadan): saldırının amaç ve aracına uygunluk ilkesini elden bırakmamak gerekir. Bu yöntemin Türk devletinin ve Daiş’in yöntemlerinin benzeri olması gözden kaçırılarak, Filistin halk kurtuluş mücadelesi boyutunda ele alınması da bizlerin bakışının olduğu noktayı gösteriyor. Bunu dile getirmek İsrail’in tarafını tutmak değildir. Bütün ulusal ve sınıfsal kurtuluş savaşları amaç ve araç bağlamında tutarlılık göstermelidir. Yoksa Hizbullah da Kurdistan’ın özgürlüğü için mücadele ettiğini söylüyordu ama Kürt yurtseverlerini katletmekte başı çekiyordu. Pratiği Kurdistani değildi.
Filistin halkının işgal edilen topraklarının geri alınması için mücadele edilmesi bir haktır ve mücadele edilmesi gerekir. Tartışma konusu bu değildir, tartışma konusu olan yöntem ve hedeftir.
Hamas’ın saldırısı değerlendirilirken geniş bir cephede yer alan bizler açısından bir netlik olmadığını gördük. Bunun anlamı çok açıktır: hepimiz netliği olmayan i̇deolojik-politik bir sürecin içindeyiz. Filistin’in bağımsızlık mücadelesi ve bu mücadeleyi yürütenlerin kendi aralarındaki siyasal duruş farklılıkları, bir bütün olarak Kurdistan ve Kurdistan özgürlük mücadelesine bakışları ve sınıfsal konumlarının yarattığı karışıklık bizlerin değerlendirmesini de belirliyor. 1970’li yıllarda FKÖ’nün kazandığı sempati ve destek günümüze kadar süren bir gelenek yaratıcısı oldu. Yaser Arafat’ın Halepçe soykırımından sonra Saddam’ı kutladığı ve hem Y. Arafat’ın, hem de Mahmud Abbas’ın Kurdistan’ın kurulmasının bir felaket olacağı yönündeki açıklamalarına bakıp diyebileceğimiz en masum cümle herhalde şu olabilir: ”sizin halkınızın ve ülkenizin kurtuluşu için canını feda eden Kurdistanlıların kanlarında boğulmanız dileğiyle”… Bir halkın kurtuluş savasi önderleri başka bir halkın kurtuluşunun gerçekleşmemesi için saf belirliyorlar ve üstelik kendilerine onca destek verilmiş olmasına rağmen.
Türk devleti, İsrail’in yaptığı ve uygulamaya koyduğu katliam karşı saldırısını bir fırsat bilip Rojava’yı öne çıkararak bildik açıklamaları yaptı. Kelime kalabalığının arasından süzülen açıklama şu: “Kürtler ve Kurdistan bizim ezeli düşmanımızdır yok etmek için soykırım da dahil her hakkı kendimizde görüyoruz”. Hamas’ın İsrail’de yürüttüğü savaşın, İsrail tarafından tüm bölgeye yayılması kaçınılmazdır. Türk devleti de bunu fırsat bilip başta Rojava’da oluşan özerk yönetime ardından da Kürtlerin toplumsal yaşam alanları, nüfus yapıları ve varlıklarına saldıracaktır. Genel beklenti olarak “dünya yeni bir soykırıma izin vermez” düşüncesi daha geçen gün Azerbaycan tarafından çürütüldü, hatta oraya bakmaya bile gerek yok. Türk devletinin Sur’dan başlayarak Gare’ye kadar kullandığı kimyasal silahlar, yerleşim alanlarının yaşanmaz hale getirilmesi birer soykırım suçudur. Ortadoğu’nun savaşın göbeğine oturması Kürtlerin de bu tehlikeye uğrama ihtimalini gösteriyor.
Bir de bütün bu siyasi gelişmeleri okumadan “efendim, barış gelecek” diye politika yürütmenin trajedisini de duymak durumu daha da ağırlaştırıyor. Doğru, barış gelecek ama soykırımdan geçirilenlerden geriye kalanlara dayatılan ağır koşullara “barış” denilince, barış gelmiş olacak.
Her halkın ve ezilen işçi sınıfının bedel ödeyerek kurtuluş, özgürlük ve bağımsızlıklarını kazanmak uğruna yürüttükleri mücadele hem sahiplenilmeli, hem de desteklenmelidir. Ancak kurtuluş adına ortaçağ karanlığını amaçlayan bir mücadelenin anlamı yeni efendiler yaratmaktan öteye değildir.
Ve, kendi ulusal ve sınıfsal sorununa eğilmeyip başka coğrafyalara bakanlara hatırlatalım;” … Her ülkenin proletaryası elbette önce kendi burjuvazisi ile hesaplaşmak durumundadır”… (Komünist Manifesto)