Bireyler veya kitleler alışkanlık zinciriyle bağlı oldukları yaşamlarında bu zincirden kolay kolay vazgeçemezler. Adım adım bağlandıkları bu zincir her gün daha da kalınlaşarak sürer ve koparılması ağır bedeller ödenmesini gerektiren bir noktaya gelir. Alışkanlıklar bir süre sonra değişmeyen bir bakış açısını da beraberinde getirir. Ortada bir gerçeklik varsa, bu gerçeklik o alışkanlığa ters düşüyorsa alınacak tutum hemen hemen bellidir; gerçekliğin alışkanlığa uydurulmaya çalışılması. Üretilen gerekçeler geçici rahatlık sağlayabilir ama kaçınılmaz noktaya sürüklenmekten kurtaramaz. Çünkü gerçekliği kabul etmemek sadece kaybetmeyi getirir. Bireysel bir tutum olarak alışkanlıkta ısrar etmek, bireysel bir bedele razı olmaktır ancak kitlesel bir tutum haline dönüşen alışkanlık birbirinden bağımsız bütün bir kitlenin geleceğini yok eder. Travma kuşaklar boyunca kalıcılaşır. En üst noktada artık “yabancılaşma” kendi egemenliğini ilan eder.
Yüzyıldan fazla bir zaman dilimini kapsayan Kürtlerin kendi hakları için gerçekleştirdikleri isyanların -şimdilik- sonuncusunun öyle ya da böyle hepimiz içindeyiz. Şimdiye kadar gerçekleştirilen en örgütlü, en yaygın, en kararlı ve en sonuç alıcı bir isyan bu. Diğer isyanların aksine bir bey veya ağa önderliğinde başlamayıp, en ezilen, en yoksul ve en umutsuz durumda olan halkın kendi içinde yarattığı bir isyan bu. Elbette bunu sağlayan Kurdistan Özgürlük Hareketi ve önderliğidir. Bir halk “en umutsuz” duruma düşmedikçe, kaybedecek bir şeyi kalmadıkça isyana kalkışmaz. Bu nedenle bu isyan bir anlamda oluşturulan alışkanlıkların zincirinin de kırılması yönünde bir tutum, bir gelecek belirlemesi oldu. Alışkanlıklar zulüm, soykırım ve baskıyla oluşturulmuştu: “devlet büyüktür, isyan edeni ezer, Kürt ve Kurdistan yok.” Gerçekliğe ters olan bu durum değişmek zorundaydı, değişti. Ancak temel ve en büyük sorunu halen yaşıyoruz; alışkanlıkların devamı…
Diyalektik olarak tez, antitez ve sentez olarak da ifade edilen bu durum örneklemek anlaşılır olmaya katkı sunacaktır. Suyun kaynamaya başlaması bir tezdir, kaynama derecesine ulaşması antitezdir, buharlaşması ise sentezdir. Kısacası her şeyin sürekli değiştiğinin başka bir ifadesidir. Suyun kaynamaya başlamasının değişmeyip hep aynı kalacağını söylemek bir alışkanlıktır ve sürdürülmesi alışkanlığın bir zincir haline getirilmesidir. Gerçeklik; suyun önce kaynamaya, sonra da buharlaşmaya doğru gittiğini görebilmek ve kabul edebilmektir.
Türk ve Irak devleti arasında 15 Ağustos tarihinde imzalanan anlaşma tarih itibarıyla bir mesajdır, 1984 tarihine göndermedir. “Siz isyanı 15 ağustos tarihinde başlattınız, biz de cevap olarak bu isyanı Kurdistan’ı sömürgeleştiren devletler olarak hep beraber bastıracağız” demektir. Bu anlaşma kendileri açısından kalıcı olabilir ama bir noktadan sonra kağıt üzerinde kalmaya mahkum bir anlaşmaya dönüşebilir. Tek şartla: Kürtler mücadeleyi büyütüp, sömürgecilerle bağlarını koparıp özgürlüklerini kazanırsa. 1937 Sadabad Paktı’na gönderme yapılıyor ama toplumsal koşullar yüzyıl ilerledi. Her iki taraf açısından süren bir alışkanlık durumunu tahlil etmek gerekiyor. Sömürgeci devletler Kurdistan’a en başından beri bir alışkanlık zincirinin halkasının içinden bakıyorlar. Kurdistan kendi tapulu arsaları, Kürtler başları ezilecek ve kaderlerine razı edilecek köleler olarak görülüyor. Her başkaldırıyı ezecek güce sahipler diye düşünüyorlar. Ne barış, ne de ateşkes çağrılarına kulak veriyorlar. Tek alışkanlıkları Kürtleri yok saymak ve hak arayışlarını kanla bastırmak. Kürtler ise başkaldırıdan vazgeçmiyorlar ancak bir adım ötesine yönelik bir gelişme sağlanmıyor. Tek istisna Rojava kazanımı. Güneydeki kazanımın heba edildiği için şimdilik bir üst aşamaya evrilmesi zor görünüyor. Isyanlar mutlaka askeri zaferden çıkıp siyasal zafere geçmek zorundadır. Bu olmadığı sürece silahlı direnişten öteye gidemeyecektir.
Bir başka alışkanlık ise sömürgeci devletlerin sürekli olarak süreci göz önünde bulundurarak sundukları “barış yapabiliriz” çağrıları oluyor. Ne zaman alışkanlık zinciri kırılacak gibi olsa hemen Kürtlerle masaya oturma çağrıları yapıyorlar. Kürtler açısından da durum benzer bir şekilde gelişiyor çünkü “artık gücümüzü dikkate alıyorlar” diye umut rüzgârına kapılıyoruz. Oysa sömürgeci devletler bir yandan da siyasi ve askeri tüm saldırı güçlerini tahkim ediyorlar.
Irak ile yapılan anlaşma gibi görülse bile İran’ın Irak üzerindeki etkisini unutmadan bilmeliyiz ki anlaşmanın sahipleri dört sömürgeci güçtür. Bu anlaşmanın önemli adımlarından biri Irak’ta üç siyasi partinin PKK ile ilişkisi olduğu iddiasıyla yasaklanması oldu. Yasak kararı ilk çıktığında “yasaklı örgütler” olarak lanse edilmesi verilecek cevabın güçlü olmasını engelledi. Ancak çok geçmeden siyasi partiler kapatıldı. Asla unutulmaması gereken nokta hedefin bütün Kürtler olduğu ve buna bağlı olarak da Kürtlere ait ne varsa yok edilmek, geçmiş yüzyıla dönmek üzere planlandığıdır. Bugün PKK gerekçesi yarın genele yayılacaktır. Tıpkı halay, yeşil, kırmızı ve sarı renklerinin suç ilan edilmesi gibi. Silahlı direnişin öncü gücünü kırmak istiyorlar çünkü biliyorlar ki o kırılırsa “isyanlar hep bastırılır” alışkanlığı daha da güçlenecektir.
Hiç kuşkusuz bir süre sonra bu siyasi adımların askeri adımlara dönüşmesini de göreceğiz. Böylelikle Türk devleti Güney Kurdistan’da siyasi ve askeri faaliyetlerini bu anlaşmaya gerekçe göstererek daha da eli güçlenmiş olarak sahaya inecektir. Diğer yandan da anlaşmayı gerekçe gösterip Irak ve Güney Kurdistan yönetiminin de yükümlülüklerini yerine getirmesini isteyecektir. Böylelikle bir Kürt isyanını daha Kürtlerin eliyle bastırmak politikasının zevkini yaşayacaktır. Bu noktada ne yazık ki Kürtler arasında bir birlik sağlanmıyor, çünkü ekonomik ve işbirlikçi çıkarlar ile direniş çıkarları kendi içinde bir çelişkiyi barındırıyor.
Alışkanlık zincirinin bir diğer halkasını da Kürt nüfusunun ağırlıklı olduğu Kuzey Kurdistan oluşturuyor. Siyasal mücadele devletin planlı hamleleriyle yazı, halay, renk gibi çeşitli gündemlerle boğulmaya çalışılıyor. Siyaset alanı parlamentonun dışına çıkmakta zorlanıyor. Elbette binlerce üyesi tutuklanan, tutuklanmaya devam edilen bir partinin direnişini görmek gerekir. Fakat bu direniş alışkanlık zincirinin dışına çıkıldığında halkla bütünleşiyor, zincirin içinde kalındığında süreç devam ediyor. Halklar arasında ortak bir ittifak üzerinde şekillendiği söylenen bu siyasi süreç Kürtlerin omuzuna yıkılmış durumda.
Kendi ülkelerinde bile güçleri olmayan, bundan bağımsız bir tabela partisi görevini gören siyasi yapılara açılan alan, sadece kişisel temsiliyete ve ikbale dönüşmüş durumda. Yani ittifak tek cümleyle ifade edilirse; Kürtlerin sırtından geçinmek dışında bir anlam ifade etmiyor. Zincirin zayıf noktalarından biri de “Türk siyasi hayatında yer alıp almamanın tartışmaya açılmasının” bir süre sonra gündeme gelecek olmasıdır. Çünkü Başur ve Rojava gelismeleriyle birlikte Bakur’da yasananlar bir sure sonra “yillardir deniyoruz olmuyor, gobek bagimizi kendimiz kessek nasil olur’? Sorusunu dayatabilir. 1990 yılından beri yürütülen bu çalışmanın kazandırdıkları ve kaybettirdiklerini konuşmak gerekir.
Alışkanlıklar zinciri bir köleliğe dönüşmüşse, her iki tarafa da zarar veriyorsa kırılıp atılmalıdır. Bu yapılmazsa zincir paslanacak ve çürüyecektir. O zincirin kırılması için Kawa’nın çekicini eline alan torunları, o çekici zincirin dört noktasına da vurmak zorundadır.