Savaş tarihsel örneklerinde olduğu gibi gelişmiyor artık. Bir devletin veya benzer bir yapının başka bir devlete veya benzer bir yapıya elçileri aracılığıyla savaş ilan edip daha sonra saldırması şeklinde gerçekleşmiyor. Bir yandan “huzur ve sükun” isteği dillendirilip alttan alta da fiili olarak savaşılıyor. Bu tablonun görünen bir yüzü şudur: devletlerin ellerinde bulundurdukları medya aracılığıyla kavuştukları olağanüstü manipüle becerilerinin kitleleri savaş gerçekliğinden uzak tutması ve böylelikle haksız bir şekilde sürdürülen savaşın önünün açılması.
Kitlelere kavratılan şekliyle bir savaş pek yok artık. Şimdilik tek örnek Rusya-Ukrayna savaşı diyebiliriz. Ortadoğu’ya baktığımızda boydan boya savaşların yaşandığı bu coğrafyada resmi olarak ilan edilmiş bir savaş yok. İsrail, Iran, Lübnan, Türk devleti gibi devletler savaşı kitlelerden gizleyerek yürütüyorlar. Savaşın ilk görünen yüzü olan ekonomik yoksulluğu ise dış devletlere bağlamak en gözde politika olarak öne çıkıyor. Kimse askeri harcamaların neden aşırı şekilde yükseldiğini ve başka ülke sınırlarının ötesinde neden savaşıldığını sorgulamıyor. Çünkü savaşın adı “huzur ve sükun ortamını sağlamak” olarak değiştirildi.
Sri Lanka adı altında bağımsızlığını 1948 yılında ilan eden devlete karşı Tamiller, yok sayıldıklarını, devletin anlaşmalara uymadığını, bürokratik alanda fişlenerek dışlandıklarını ve soykırıma tabi tutulduklarını belirterek silahlı mücadele başlattılar. Süreç içinde zafer kazandıkları dönemler oldu, yönetimi ellerinde tuttukları alanlar oldu. Sri Lanka devleti anlaşma yapar gibi görünüp savaşı uzun vadeye yaydı. Önce Tamil Kaplanları’nın “terör örgütü” ilan edilmesi çalışmasını yürüttü ve bunda başarılı oldu. Daha sonra örgüt kendi içinde bölündü ve devletle anlaşan grup ellerindeki tüm bilgileri devlete aktardı. Üzerinde çalışılmış bir plan dahilinde 2009 yılında başlatılan devlet saldırısı sonucu Tamil Kaplanları örgütü büyük ölçüde tasfiye edildi. Dönemin Türk cumhurbaşkanı A. Gül, Sri Lanka hükümetini kutlayarak bilgi istedi ve bu mücadele yönteminin Türk devleti tarafından da kullanılması gerektiğini söyledi. Ancak her şeyin aslını bozmak, kendi bildikleri gibi yapmak fikrini içselleştiren Türk devleti böylelikle “Türk Tipi Sri Lanka” modelini uygulamaya başladı.
Bir yandan “barış görüşmeleri” adı altında gerilla alanlarının boşaltılmasını “iyi niyet” olarak dayattılar, diğer yandan politik alanda çalışan herkesi fişleyerek günü geldiğinde tasfiye edilmesinin hesabını yaptılar. Diğer yandan da büyük ve son bir savaşa hazırlanmaya başladılar. Sri Lanka ile resmi görüşmeler 2008 yılında başladı, uzun bir hazırlık döneminden sonra 2014 yılında “Çöktürme Planı” yürürlüğe konuldu. Türk devletinin asla barışmayacağı, kendi varlığını Kürtlerin yokluğu üzerine kurduğu ve bu sürecin bir aldatmaca olduğu gerek Kurdistan Özgürlük hareketi, gerekse süreci görebilenler tarafından sıkça dile getirilse bile genel kanı Türk devletinin de değişmeye başladığı yönde olunca günümüze kadar uzanan yeni süreç başladı. Önce Güney Kurdistan’da sınırlı sayıda alan tutmalar, askeri üslenmeler gerçekleştirildi. Bu politik-askeri plan daha da geliştirildi ve hedeflerinin Qandil olduğu belirtildi. Diğer yandan da Suriye’de çıkardıkları iç savaştan yararlanarak dokuz bin kilometrekarelik bir alanı işgal ettiler. Burada kaymakamlık, valilik, eğitim ve sağlık kurumları oluşturdular. Şimdi benzer bir şekilde Güney Kurdistan’da yerleşim alanlarını boşaltmaya oralarda da aynı yapılanmayı oluşturmaya çalışıyorlar. Bizler sadece askeri sürece odaklandığımız için geri planda olan politik adımları görmekte zorlanıyoruz.
Ortadoğu’da artık çıkacağı inkar edilemeyecek seviyeye gelmiş olan savaşı kendi lehine çevirerek “Misak-i Milli” hedeflerini güncellemekten bir adım bile geri durmayan Türk devleti muhtemelen şunları hedefliyordur: işgal edilen bölgelerde askeri kuruluşları, sivil örgütlenmeleri tamamlayıp, buralarda yaşayan Kürtleri göç ettirdikten sonra yerleştireceği cihatçı aileler ve paylaşımda yer almak isteyen Arap nüfusuyla çoğunluğu elde ettikten sonra bir referanduma giderek Türk devletine bağlanma kararını çıkartmak. Tıpkı 1938 yılında kurulan Hatay Cumhuriyeti’nin 1939 yılında Türk devletine katılması gibi. Elbette Güney Kurdistan yönetiminin de Irak’la var olan ve gittikçe sürdürülemez hale gelen mevcut ilişkileri sonucu Türk devletine katılma isteğini de unutmamak gerekir. Bir ütopyadan daha gerçekçi bir durumdur bu. Çünkü Ortadoğu haritası değişiyor, bu değişim bölgedeki tüm ulkeleri etkileyecektir. Kaybeden devletler eski hallerine kavuşmak için çok uzun süre daha beklemek zorunda kalacaktır.
Kürtler bir yanda elde ettikleri Rojava merkezli gelişen statülerini korumak, diğer yanda ise gittikçe Türk devletinin egemenliği altına giren Güney yönetiminin bu egemenlikten kurtulmasını sağlamak zorundadır. Kurdistan Özgürlük hareketine yönelik gerçekleştirilen savaşın başarıya ulaşması durumunda bir sonraki hedefin Güney yönetimi olacağı bellidir. Bunu kabul etmemek, kurulan hayalden uyanmayı istememek demektir. Hatırlarsak referandum sürecinde Türk devleti Erdoğan’ın ağzından yaptığı açıklamada “yiyecek ekmek bile bulamazlar” diyerek tavrını acikca göstermiştir.
Artık işgal tanımının da ötesindeyiz. Fiili bir ilhak durumu süreklilik kazanmiş olup, bu duruma da diğer devletlerin suskunluğu karşısında anlaşılıyor ki, Misak-i Milli sınırları kabul görmeye hazırdır. Türk devleti Esad’a karşı alttan alma politikasını tek sebeple yürütmektedir: Özerk yönetim bölgelerinin tasfiye edilmesi. Bu gerçekleşirse hiç kuşkusuz Türk devleti, Suriye’ye dönüp:” burada istikrarı sağlamaya gucunuz yetmiyor, biz de bu nedenle burada kalacağız” diyecek ve bir referandumla kendine bağlayacaktır.
Sonuçta gelip gelip bu duruma karşı alınacak tavrın önemine bağlanıyoruz. Ulusal birliktelik anlamında bir tutum geliştiremezsek, zor zamanlar kapımızda bekliyor olacak. Ancak ulusal birliğin sağlanması da zor görülüyor. Barzani yönetimindeki KDP Türk devletinin ilhakına karşı ses çıkarmayıp, Kurdistan Özgürlük hareketinin Kurdistan’dan çıkmasını istiyor.
Tarihte haksiz devletlerin gücüne dayanarak yendiği çok görülmüştür. Ancak uzun süreli mücadelemize bakarak diyebiliriz ki, bu sefer tarihi yazan biziz ve haksız olan sömürgeci devletlerin tarihini de değiştireceğiz. Haksızlık bu sefer galip gelemeyecek.