Felsefe i̇nsanın insan, doğa ve hayatla olan ilişkisinin yorumlanmasından doğmuştur denilebilir. Bilginin bilinmediği dönemlerden geliyor insanlığın gelişimi. Küçük ve önemsiz sayılan deney ve gözlemlerin zamanla bilgi niteliğinde olduğu, bu bilgilerin bir çoğunun ise bilimsel ölçülere dayanarak “gerçeklik” olarak nitelendirildiği bir yolculuğun aşamasındayız. Hayat devam ediyor ve bilgilerimiz eskiyor, yerine yeni bilgilerle donanıyoruz.
İnsanın olaylara karşı aldığı tavır (bazen kendi tecrübelerini de görmezden gelerek) toplumsal bir reflekse dönüşüyor. İçinde bulunduğu toplumun veya grubun belirlediği şekilde bir yönelim gösteriyor. Nedense bireysel olarak net görünen gerçeklikler, bir araya gelinip toplumsal bir hareket niteliğini kazanınca, o harekete yön verenlerin gerçekliği nasıl algıladığı, nasıl yorumladığı ve nasıl tavır aldığıyla birleşerek başka bir şekle dönüşüyor. Gerçeklik ortada durmasına rağmen, yoruma bağlı olarak gerçeklikten kopuluyor. Tekrar gerçeklikle buluşuncaya kadar geçen zaman, tarihin akışının değiştirilmesine yol açıyor.
Bireylerin karar alma süreçlerinde belirgin etkenlerden en başta geleni içinde bulunduğu toplumdan soyutlanmak, gerçeği kavrayamamakla suçlanmak oluyor. Çünkü bir bütün olarak hareket eden toplumdan ayrı düşülmek istenmiyor. Gerçekliğe ihanet… Herkes “Kassandra” gibi geleceği görmek istiyor ama hiç kimse “Kassandra” gibi dile getirmek istemiyor.
Gerek bireylerin, gerekse toplumların başından geçmiş ve her defasında aynı şeylerin yaşanmış olduğu gerçekliğin, bir kez daha yaşanmaması için yapılan uyarılara kanıt istenmesi doğaldır. Geçmişin geride kaldığı ve yeni bir dönemin yaşandığı dile getirilir. Ancak geleceğe dair yaşanacaklara ilişkin henüz yaşanmamışlıkların olması, o an elde bulunmayan bir kanıt veya kanıtlar zincirinin yokluğu; yokluğun kanıtı sayılabilir mi? Bir yorum elbette kanıt olana kadar sadece teori niteliğini taşır ama onlarca ayrı kanıtlarla desteklenen bir gerçekliğin, toplumsal yapının gözünde de “gerçeklik” olarak kabul edilebilmesi için daha önce gerçekleşmesi dikkate alınmayıp, tekrar gerçekleşmek zorunda mıdır? Örneğin, ateşin yakıcılığını biliyorsak dünyanın neresine gidersek gidelim aynı gerçek bilgiyi beynimizde ve kas hafızamızda taşırız. Ateş yakma olanağımızın olmadığı bir yerde, bu bilginin gerçekliğini topluma anlatabilmek için mutlaka ateşe sahip mi olmak gerekir? Yani o andaki kanıtın yokluğu, mutlak anlamda yokluğun kanıtı mıdır?
İçinde bulunduğumuz süreç baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Bir yanda başta Türk devleti olmak üzere diğer sömürgeci devletlerin Kürtlere dayattığı soykırım devam ediyor. Siyasi ve askeri saldırılar ara vermeden sürüyor. Diğer yanda hem bunlara karşı durup, hem de Türk siyasi alanında yer açmaya yönelik politik adımlar atılıyor. Güçlü ve dinamik bir tabana sahip Kürt siyasi hareketi aldığı kararlarla mayıs seçimlerine hazırlanıyor. Görünen gerçeklik olarak çok önemli bir değişiklik olmazsa seçimlerde Kılıçdaroğlu’nun desteklenmesi önümüzde duruyor. Karşılığında neler konuşulduğunu bilemiyoruz. Bizlere açıklanan yeni dönemde “demokrasinin kurum ve kurallarıyla” yeniden işlerlik kazanacağıdır. Anayasadan başlayarak kanunlarda bir sorun yok, hepsi duruyor, sadece yürürlüğe konulması gerekiyor. Peki o kanunlar tekrar işlerliğe girdiğinde hayatımızda değişecek olanlar nelerdir? Sözün özü, Kürt, Rum, Ermeni ve Süryani soykırımları kabul edilip, sonuçlarına katlanılacak mı, bu halkların işgal edilen topraklarından çıkılıp, gaspedilen bütün hakları iade edilecek mi, en önemlisi Türk devletinin üniter yapısı değişecek mi?
Bunların gerçekleşme olasılığı zayıf değil, hiç yok. Elbette bir mücadelede her olanak kullanılır, kullanılmalıdır da. Geniş toplumsal yığınlara ulaşmak, sorunu görünür ve anlaşılır kılmak gerekir. Ancak temel sorun nedir: demokrasinin yokluğu mu, işlemeyişi mi yoksa başka birşey mi? Örneğin sömürgeci güç olarak tanımladığımız bir devlet yapısı, kendi içinde bir seçimle demokrat olabilecek mi ve devamında yukarda sorduğumuz soruların cevabını verebilecek mi? S. Demirtaş ve diğer HDP’li politikacıların zindana konulmasının yolunu açan kimdi, Efrîn işgalini selamlayan, Türk ordusunun her saldırısını ayakta alkışlayan kimdi, bir özeleştiri verdi mi? Bir süre önce beraber ve solo olarak eleştirdiğimiz Kılıçdaroğlu’na şimdi “yürü Bay Kemal” diyoruz. Diyalektiğin zorunluluğu devreye giriyor: değişiim… Biz değişiyoruz ama karşı taraf değişti mi, bilemiyoruz.
Türk toplumsal yapısının “hassasiyetlerini” gözeterek politika yürütmenin gerçekliği nedir? Neredeyse tiksindirici boyutlara ulaşan “hassasiyet” kavramına değinmek gerekir. Neredeyse bin yıldır uygulamadıkları zulüm kalmadı. İşkenceler, soykırımlar, tecavüzler, çocuktan yaşlıya kadar acımadan öldürmeler, dil, kültür ve toprak işgali…. Uzayan bir hafıza kaydı ortadayken ve asıl bizlere karşı “hassas” olmaları gerekiyorken, “hassasiyeti” bizden bekliyorlar. “Hassas” olacaklarsa yaptıkları insanlık dışı eylemler karşısında “hassas olsunlar”, o barbar devlet ve toplum yapısının sürmesi için “hassasiyet” beklemesinler.
Unutkan bir hale geldik. Onca yılın ardından bizler de unutuyoruz. Milyonların hayatının değiştiği bir mücadelede geleceğe dönük umutlarla yaşıyoruz, ezilenlerin umut beslemeye hakkı vardır. Bu umuda yönelik düşünceler de ifade edilir. Ama “yarınların güneşli doğuşu” perdeleniyorsa dile getirmek gerekir. Eğer toprak, kimlik, öz yönetim talebimiz zorunluluksa -ki kesinlikle zorunluluktur- 15 mayıs sabahı ve izleyen günler bizim için değişiklik getirmeyecektir. Ama Türk demokrasisinin yeniden yapılandırılması bir hedefse o zaman değişiklik olacaktır.
Yaşattıklarını tekrar yaşayacağımızı anlatabilmek için şu an elimizde “kanıtın yokluğu” bulunuyor ama gerçeklik “kanıtın yokluğunun: yokluğunun kanıtı” olmadığını gösteriyor.