Ekonomi-politik süreçler ya gerçekçi, ya da varsayıma dayalı olarak değerlendirilir. Bir avuç egemenin lehine işleyen kurulu düzeni toplumsal kitlelerin yararına değiştirmek isteyen örgütlü yapılar sadece ve sadece gerçeklikten yola çıkmak zorundadırlar. Varsayımlara ihtiyaç duyulabilir mi, elbette duyulabilir. Hatta bu varsayımlar politik bir araç olarak da kullanılabilir ancak bu tercihlerin sonu kaçınılmaz olarak yenilgiye giden yolun taşlarını döşemekten başka bir işe yaramaz. Ancak politikada atılan adımlar doğal olarak varsayımları da içeriyor, tek bir çizgi üzerinden yürünemiyor. Öyleyse netlik adına şunu yazmak gerekir: bütün varsayımlar dikkate alınmalı ama gerçeklik belirleyici olmalıdır.
Sömürgeciliğin parçalı yapısı gereği Kurdistan özgürlük mücadelesi de parçalı olarak yani eşitsiz gelişime dayalı olarak gelişiyor. Bu, hem mücadelenin tek bir çizgi üzerinde yürümesini zorlaştırıyor, hem de sürekli olarak değişen koşulların hesaplanmasını gerektiriyor.
Ortadoğu son zamanlarda sürekli olarak dile getirildiği biçimiyle sosyal ve siyasal değişimlerin ertelenemez bir şekilde ve kanlı olarak yaşanacağı bir sürece girdi. Üçüncü dünya savaşına ebelik eden çatışmaların gittikçe genişleyip büyümesi bir yana, diğer iki dünya savaşına katılan ve yön veren devletlerin bu sefer kendilerini uzak tutarak sadece yönlendirme politikaları önümüze varsayımları dayatıyor. Ancak bu varsayım çokluğunun içinde gerçekliğinden hiçbir değer kaybetmeyen tek olgu: Kurdistan’ın sömürge olduğu ve sömürgeci devletlerin tek hedefinin bu durumu daha da derinleştirerek soykırıma kadar götürmek düşüncesinde olduklarıdır. Buna karşın askeri ve politik güç olarak Ortadoğu’da yer alan kapitalist devletlerin politikalarının (şimdilik) caydırıcı bir tepki vermediği, ya kendi planlarının içinde yer alan bu durumun henüz kendileri açısından gündeme alınmadığı, ya da kendi çıkarları doğrultusunda ses çıkarmayacaklarını düşünebiliriz.
Türk devletinin Güney Kurdistan’a inkar edilemeyecek bir şekilde yerleşmesi, yol ve kimlik kontrolleri yapması orada kalıcı olmaya başlamasının gerçekliğidir. Yüzyıldan fazladır yarım kalan Misak-i Milli planlarının görünürlüğüdür. Her devletin kendi sınırlarını tarihsel bir gerekçeye dayanarak genişletmek istemesi, bu konuda politik ve askeri eylemliliklere girişmesi anlaşılır bir şeydir. Anlaşılamayan şey ise bu durumun karşısında işgal ve ilhak edilen bölgenin insanlarının bir bölümünün bu duruma tepkisiz kalması, davetiye çıkarması ve buna direnen insanlara karşı sömürgeci bir mantıkla yaklaşmasıdır.
Güney Kurdistan’ın işgal ve ilhakına karşı çıkan, savaşan ve mücadele eden Kurdistan özgürlük hareketidir. Bunu reddedecek bir anlayışın tek açıklaması vardır: gerçekleri çarpıtıp hem saldırıyı, hem de direnişi gözlerden kaçırmak. Böylelikle işgal ve ilhak yerine “teröre karşı” güvenlik harekatı, direnenler ise “terörist” olarak ilan edilecektir.
Olguları açıklayıcı ve anlaşılır bir dille yazmak gerekir. Kurdistani cephede kimi çevreler tarafından bulanıklaştırılmaya çalışılan bu süreci sade bir dille yazmak gerekiyor. Kurdistan sömürgeleştirilmiştir, bu sömürgecilerden özellikle Türk devleti son on yıla sığdırdığı hamlesiyle Güney Kurdistan üzerinde yoğunlaşmış zamana yayılan bir politikayla burayı kendi egemenliği altına almayı hedeflemiştir. Bunu da adım adım gerçekleştirmeye doğru gitmektedir. Güney Kurdistan yönetimi de KDP gibi Barzani ailesinin yönetimi haline dönüştürülmüştür. Bu anlayış altında gerçekleşen yönetim ekonomik gelirleri halka aktarıp, yaşamlarını iyi bir düzeye yükseltmek yerine kendi kasalarına ayırmaktadır. Yine bu yönetim kendi kaderini Türk devletine bağlamış bu nedenle de işgal ve ilhak planlarından rahatsız olmamaktadır. Bu işgale karşı direnenleri ise “kendi topraklarında” Türk devletine karşı askeri ve politik eylem yapmakla suçlamaktadır ve ”Kurdistan’i terk etmeye” çağırmaktadır. Onlara göre bu direniş olmasa Türk devleti Güney Kurdistan’i işgal etmeyecektir. Bu açıklamalar talihsiz, utanılacak bir açıklamanın ötesinde ihanetle adlandırılabilecek bir nitelik taşımaktadır.
“İhanet” tanımı ise KDP taraftarları tarafından ağır bir dille reddedilmektedir. Peki sormak gerekir: bir halkın toprağı işgal ediliyorsa, bu işgale destek olunuyorsa, direnenler tutuklanıyor, suikaste uğruyorsa, direnişin kırılması için askeri ve politik yardımlar yapılıyorsa ve bunu yapanlar da o halkın üyeleriyse nasıl bir isim vermek gerekir? Net bir şekilde işbirlikçilik ve ihanet demekten başka ne diyebiliriz? Türk devletinin idari yönden her geçen gün daha geniş bir alana yerleşerek sürdürdüğü politikaya nasıl bir açıklama getirebiliriz, bu durumu nasıl “tevil’ yoluna gidebiliriz?
Basit bir örnek daha vermek yerinde olur. Sayın Öcalan’ın tecrit ve tutsaklığına ilişkin tek bir açıklama, tek bir talepleri var mı? Sömürgeci devletlerin elinde politik faaliyetleri nedeniyle esir tutulan Kurdistanlılar için ne gibi bir çalışmaları var: koskoca bir hiç.
Laplace Napolyon’a astronomik evrenin nasıl oluştuğuna ilişkin kuramını açıklarken Napolyon ona, bu sistemde Tanrı’nın nerede işe karıştığını sorar. Laplace şöyle yanıt verir; “Tanrı mı majeste? Böyle bir varsayıma ihtiyaç duymadım”.
Birileri bizlere KDP yönetimini Kurdistan tarihinde neden direnişçi olarak görmediğimizi sorarsa cevabımız nettir:” böyle bir varsayıma ihtiyaç duymuyoruz”.