Ali Engin Yurtsever: Mertliğin ve Namertliğin Politikadaki Yeri

Yazarlar

          Tarihe bir yolculuk yaptığımızda çok eski zamanlarda, temel olarak toprağı ele geçirmek adına yapılan savaşların politik olarak karışık süreçlerden meydana gelmediğini görüyoruz. İşgale kalkışan güç ile işgal edilecek olan güç arasında savaş öncesi yapılan görüşmelerde genelde teslimiyet istenir, kabul edilmediğinde askeri güçler savaşır ve savaşı kazanan kendi kurallarını dayatırdı. Oysa günümüze geldiğimizde savaş ilan edilmeden savaşılıyor ve bu güçler ekonomiden, politikaya kadar her alanda güçlerini ortaya koyuyorlar. Tüfek icat olduktan sonra çok şey değişti. Belki de, o döneme bakıp “düşmanlık mertçe yapılıyormuş” diyebiliriz. Hiç olmazsa diplomasi adı altında binbir türlü hileye pek rastlanmıyordu.

        Kürtler tarihten bugüne hep mert olarak anıldılar. Düşmanlıkları da, dostlukları da açıkça oldu. Elbette hiçbir halk homojen bir yapıdan ibaret değildir. Üretim ilişkilerinin karşılık geldiği, toplumsal ilişkiler, genelde her toplumda benzer şekilde yaşanmıştır. Bu nedenle Kürtler de diğer halkların yaşadığı üretim ilişkilerinden geçerek tarihsel yolculuklarını devam ettiriyorlar. Gerek tarihsel belgelere, gerekse günümüz ilişkilerine baktığımızda Kürtlerin çoğunlukla olumlandığını görüyoruz. Geçmiş kuşaklardan devraldığımız “mertlik” anlayışının bize sağladığı övünç, beraberinde ağır sorunları da getiriyor. Örneğin kovula kovula geldikleri coğrafyamızda da Bizans İmparatorluğu’na açtıkları savaşta Kürtlerin mertliğine dayanarak güç elde eden, daha sonra da bin yıl boyunca akla hayale gelmeyecek her hileye başvuran bir sömürgeciliğe karşı gösterdiğimiz mertlik anlayışının her seferinde kaybettirdiğini görüyoruz. Bizden sürekli mertlik bekleyen sömürgecilik, desisenin her türlüsünü ahlak haline getirmeyi bir üstünlük olarak kabul etmiştir.

Örneğin “Çözüm Süreci” adı verilen dönemde, gerillanın alan boşaltmasını koşullardan biri olarak ileri sürdüler ve hemen ardından hem geri çekilme yollarına pusu kurup yüzlerce gerillayı katlettiler, hem de boşaltılan her alana ağır askeri üsler kurdular. Çünkü mertliğe dayalı savaş anlayışı yerine, “pusu”ya dayalı savaş anlayışını kültürel olarak insanlığa hediye! etmişlerdi. Bununla övünmeyi de ahlak sanıyorlar. Bütün bunların kabul edilmez ama anlaşılabilir bir yeri vardır, fakat ne kabul edilebilen, ne de anlaşılabilen değişmez kültürel özelliklerinden biri, belki de en belirgini: sürekli “mağdur” olduklarını ifade etmeleridir. En pespaye romanda, senaryoda, tiyatroda veya sanatın herhangi bir dalında bile görülmeyen bir davranış edimine de sahipler: karşı tarafta kim olursa olsun hep suçludur, onlar ise hep adaletin, ahlakın, namusun timsalidirler. Gerek kendi iç hukuklarında, gerekse AİHM hukukunda belgelenmis ve işledikleri insanlık suçları karşısında bile “düşmanlarının bile övgüyle söz ettiği…, göz bebeğimiz” diye bir cümle kurabiliyorlar. Ne diyelim, “göz bebeğiniz aksın”…

      Kurdistan artan bir şekilde savaşın odağı olmaya doğru gidiyor. Sadece bir parçasında değil, her parçası ayrı bir savaş odağı oldu neredeyse. Bölgenin kapitalizmin iştahını kabartan yer altı ve yer üstü kaynakları, sömürüye açık hale getirilmiş ucuz i̇ş gücü, halkların çeşitli i̇deolojik aygıtlarla olay ve olguları algılama, sorgulama ve sonuca ulaşma zincirinin kırılması bu savaşın anlaşılmasını güçleştiriyor. Türk devletinin artık bölge devletleri, halkları ve uluslararası güçlerden çekinmeden açıkça insanlık ve savaş suçları işlemesi, kendisine direnen Kurdistan Özgürlük Hareketi’ne karşı diğer güçler tarafından da verilen bir uyarıdır. Öyle görülüyorki, Türk devletine yeni bir kredi açılmış ve bu krediyi de kullanmasına izin verilmiştir. Elbette “bedava peynir fare kapanında olur” misali bu kredinin bir karşılığı olacaktır ancak şimdilik bizler açısından özne bu durumdur.

     KDP yönetiminin Türk devleti tarafından yapılan ve üstlenilen saldırılara karşı sessiz kalması ve son askeri sevkiyatlar gösteriyor ki başlaması için belki de bir bahaneye bile gerek duyulmayacak olan savaş hazırlıkların tamamlanmasının ardından kendini gösterecektir. Ne yazık ki KDP yönetimi safını sömürgecilerden yana seçti. Böylelikle yaşanacak savaşta Türk devletiyle beraber hareket edeceğini deklare etmiş oldu. Bu, “birakujî” tanımını geride bırakan bir tavırdır. Oysa durum ve çözüm karışık değil, çok basit. Kurdistan’ı sömürgeleştiren devletlere karşı askeri olarak direniş varsa, her yurtseverin bu direnişte gücü ölçüsünde yer alması gerekir. Sömürgeciler sürekli direnişi gerekçe göstererek saldırılarını görünmez kılmak istiyorlar ama geçmişte Kurdistan Özgürlük Hareketi olmadan da onlarca katliam gerçekleştirdiler. Sorun herhangi bir Kürt hareketi değildir, sorun bu devletler açısından Kürtlerdir: direnen Kürtlerdir. Bilmemiz gerekirki direnişi kırmayı başarırlarsa geride kalanları da kıracaklardır. Hesabını “direniş kırılsın, biz ekonomik ve politik olarak söz ve güç sahibi oluruz” diye yapan varsa, bu hesabının Ankara, Bağdat, Tahran ve Şam’dan döneceğini o zaman öğrenecektir.

     Gün geçmiyor ki basın açıklamaları yapılmasın. “Işid’e karşı Kürtlerle ortaklığımız var, Kürtler, insanlığı karanlığa mahkum etmek isteyen barbarları ezdiler…” Sonuç? Sonuç sırtı sıvazlanan ama her gün öldürülen Kürtler oluyor. Toprağı, kültürü, tarihi gasp edilen, gençleri dağlarda, zindanlarda öldürülen Kürtler oluyor. Sürgünlere gönderilen, sömürgecilerin metropollerinde yoksulluğa mahkum edilen yine Kürtler oluyor. Her türlü namertliği yapanlar, Kürtleri binlerce yıllık kültüründen vurmaya çalışıyorlar: “siz mertsiniz”… Elbette hem i̇deolojik, hem de ahlaki olarak namertliğe tenezzül edecek değiliz, onu düşmanın önünde diz çökenler tercih etsinler, direnenler değil. Temel ayrım olarak politik anlamda halkımızın çıkarını öne alıp, ilkeden taviz vermeyerek politikada da esnek olmak ne namertliktir, ne de oportünistliktir.

        Yol ayrımı yakınlaştı. Her Kürt ve her Kürt partisi bir tercih yapmak zorunda kalacak. Ya direnip kazanacağız, ya da parçalanarak kaybedecek ve bizden sonraki kuşakların bugünleri kitaplardan okuyup bizleri lanetleyeceği günleri bilerek sömürgecilerin yarım kalmış soykırımı tamamlayacağını görecegiz.

İlginizi Çekebilir

Behice Feride Demir: 12 Eylül’den Bir Kitap
Faysal Sarıyıldız: Tecrit nedeniyle Türkiye 8 yıldır karanlığı yaşıyor

Öne Çıkanlar